Cumhuriyet’in ilanının üzerinden doksan yıl geçti ama darbe tartışmaları gündemimizden hiç düşmedi. Kuşkusuz bunda, cumhuriyetin kurucu kadrolarının önemli bir bölümünün, asker olmasının payı büyük. Dahası, Mustafa Kemal ve arkadaşları, kendilerine rakip olabilecek silah arkadaşlarını önce ordudan, ardından da siyasetten tasfiye etti ve ordu tamamen Kemalistlerin kontrolüne geçti. “Orduyu siyasetten uzak tutmak” adına yapılan bu operasyonlarla, ordu siyaset üzerindeki yegâne belirleyici aktör haline ge(tiri)ldi. Tek Parti döneminde herhangi bir sorun çıkması zaten beklenmiyordu ancak çok partili siyasi hayata geçtikten on yıl kadar sonra 1960 darbesi gerçekleşti. Bu darbeyle ordu askeri vesayet sisteminin temellerini kurumsal düzeyde attı ve siyasilerle birlikte ama arka planda durarak ülkeyi yönetmeye başladı. Bundan on yıl sonra, 12 Mart 1971 muhtırasıyla siyasete bir kez daha çekidüzen verdi; daha on yıl önce yaptırdıkları anayasanın millete bol geldiği gerekçesiyle bazı maddelerinde değişikliklere gittiler. Ne var ki, sıkıyönetim ve idamlar başta olmak üzere ağır güvenlik tedbirlerine rağmen, anarşi dinmedi.
DELİ GÖMLEĞİ BİÇİM BİÇİM
Yine bu anarşiyi bahane ederek 12 Eylül 1980’de yönetime tamamen el koydular, anayasayı ilga ettiler, hükümeti ve Meclis’i feshettiler, tüm partileri, sendikaları, dernekleri vs. kapattılar. Bir kez daha anayasa yaptırarak halkı “ya evet ya da askeri yönetime devam” seçenekleriyle karşı karşıya bıraktılar. Bu dönemde sadece devleti değil, toplumu da yeniden dizayn ettiler ve kendilerini de hukuki koruma altına alarak 1983’te ülkeyi seçimlere götürdüler. Ancak bu arada temel kanunlar da dâhil, yüzlerce çok önemli kanunu ya yeniden yaptılar ya da çok köklü değişikliklere gittiler.
Böylece Türkiye’ye, otuz seneden beri içinden çıkamadığı deli gömleğini giydirdiler. Tabii 12 Eylül, çok köklü bir müdahale olduğundan hemen on sene sonra yeni bir darbeye ihtiyaç duymadılar. Ama yaklaşık 15 sene sonra, 28 Şubat 1997’de, bu kez post-modern bir müdahalede bulundular; hükümeti istifaya zorladılar, yeni pek çok yasanın çıkması için Meclis’i zorladılar. Ayrıca “silahsız kuvvetler”i devreye soktular.
2000’li yıllarda ise, henüz darbelerle tanışmadık ancak bir dizi darbe girişimine şahit olduk. Darbe girişimleri çeşitli nedenlerle başarısız kalan askerlerin epeyce bir kısmı halen yargılanıyorlar. Yargıyla, özellikle de özel yetkili savcılar ve mahkemelerle ilgili tartışmalar da, daha çok, tutuklu yargılanan bu yüksek rütbeli askerler dolayısıyla yapılıyor.
DEMOKRASİ, DARBELER VE YARGI
Cumhuriyetin kuruluş felsefesinin bir parçası olarak bizde yargının temel işlevi, bireyin hak ve özgürlüklerini değil, devleti korumak olmuştur. Silahlı bürokrasi de, darbelerle ele geçirdiği iktidarı, yargı eliyle meşrulaştırmıştır, güçlendirmiştir. Ancak bunu genel yargı kurumlarıyla yapmak yerine, tüm otoriter devletlerde olduğu gibi, özel yargı kurumları oluşturmuştur. Divan-ı Harbi Örfi’den İstiklal Mahkemelerine, Sıkıyönetim Mahkemelerinden Devlet Güvenlik Mahkemelerine ve nihayet bugünlerde tartışmaların odağına oturan Özel Yetkili Mahkemelere varıncaya değin, tüm bu istisnai yetki kullanan mahkemelerin hepsi, özellikle devleti korumaya yönelik olarak kurulmuş ve çalışmışlardır.
Ne var ki, söz konusu özel yargı kurumları, hukukun üstünlüğü ilkesini gözetmek, bireyin hak ve özgür