SETA > Yorum |

Ortadoğu'da Türkiye'nin Yumuşak Gücü ve Medya

Irak’ın ABD tarafından işgal edildiği tarihten bu yana, bölge barışına en somut katkıda bulunan ülke hiç kuşkusuz Türkiye’dir. Küresel bir aktör olarak Türkiye, barışa sadece söylem düzeyinde değil, eylem düzeyinde de aktif katkıda bulunuyor. Dahası, bunu, bir takım insani ve etik kaygılarla temellendiriyor. Ancak, bu dış politikanın amaçlanan olumlu sonuçları doğurabilmesi ve “Türkiye’nin yumuşak ‘insani’ gücünün” etkili olabilmesi, özellikle de Ortadoğu’nun mevcut yapısı göz önüne alındığında, birçok parametrenin eş güdümlü olarak kullanılmasına bağlı görünüyor. Bu araçlardan biri de medya.

Irak’ın ABD tarafından işgal edildiği tarihten bu yana, bölge barışına en somut katkıda bulunan ülke hiç kuşkusuz Türkiye’dir. Küresel bir aktör olarak Türkiye, barışa sadece söylem düzeyinde değil, eylem düzeyinde de aktif katkıda bulunuyor. Dahası, bunu, bir takım insani ve etik kaygılarla temellendiriyor. Ancak, bu dış politikanın amaçlanan olumlu sonuçları doğurabilmesi ve “Türkiye’nin yumuşak ‘insani’ gücünün” etkili olabilmesi, özellikle de Ortadoğu’nun mevcut yapısı göz önüne alındığında, birçok parametrenin eş güdümlü olarak kullanılmasına bağlı görünüyor. Bu araçlardan biri de medya.

Acaba Türk medyası, bu önemli dış politika açılımının gerektirdiği olumlu rolü oynayabilir mi? Böyle bir işlevin ifasında pozitif katkı yapması beklenen Türk medyası Ortadoğu’ya nasıl bakmaktadır? Türk medyasında nasıl bir Arap imajı çizilmektedir? Türk-Arap ilişkilerinde medyanın rolü yapıcı mıdır, yoksa ilişkileri soğutucu ve yıpratıcı mı? Bu sorulara cevap aramak için Türk basınına yakından bakmak ve medyadaki Ortadoğu ve Arap imajının böyle bir işleve katkıda bulunup bulunmadığını irdelemek gerekir. Ortadoğu’ya biçilen kaftan: Çatışma ve kriz Edward Said, Oryantalizm kitabının bir bölümünde Doğu’yu ‘hayalden doğan coğrafya’ olarak tanımlamaktadır. Oryantalistlerin Doğu’su daha çok fantastik öğeler üzerinden ötekileştirilen bir coğrafyaydı. Ana akım Türk medyasının Doğu’su ise fantastik ve hayali imgelerin değil, çatışma ve krizin coğrafyasıdır. Bölgede, 1946 yılında Arap-İsrail Savaşı ile başlayan savaş ve kriz dönemi, uzun yıllar süren İran-Irak savaşı, Lübnan’daki iç savaşlar, Körfez savaşı, İsrail’in Lübnan’a saldırısı ve son olarak da ABD’nin Irak’ı işgaliyle devam etmektedir.

Bölgenin siyasal ve sosyal yapısının savaş ve krizle anılması medyanın dikkatlerini de doğal olarak bu noktaya çekmiştir. Bu durum beraberinde Ortadoğu’nun medyada, savaş ve kriz haberleri üzerinden verilmesi sonucunu doğurmuştur. Ortadoğu’ya savaş ve kriz haberciliği üzerinden biçilen bu kimliğin en önemli nedeni, medyadaki editoryal kadronun, köşe yazarı ve yorumcuların, Türk siyasi ve bürokratik elitlerinin Ortadoğu algısı olan, ‘Ortadoğu, içinden çıkılmaz bir batak ve tuzak veya paramparça olmuş bir bölgedir’ şeklindeki kanaatin etkisinde kalmış olmalarıdır. Bu kanaatin siyasi elit üzerindeki en canlı tezahürünü, 2006 yılında Birleşmiş Milletler nezdinde Lübnan’a Türk barış gücü gönderilmesi gündeme geldiğinde Deniz Baykal’da görmek mümkündür. Baykal, bölgenin “kan gölü” olduğunu belirterek, burasının (Türkiye’nin) ise “huzur içinde” olduğunu belirtmiştir. Dönemin Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer de Türkiye’nin bölgeye asker göndermesine karşı çıkmış ve “Türkiye’nin kendi iç güvenlik sorunları varken başkalarının sorunlarını çözmek görevimiz değil” şeklindeki beyanıyla statik söylemi yinelemiştir.

Türkiye’de büyük medyanın ‘Ortadoğu’yu çatışma ve krizle özdeşleştiren üslubunu çeşitli dönemlerde görmek mümkündür. Örneğin, 1974 yılında, Cumhuriyet, Vatan ve Hürriyet gazetelerinde Araplarla ilgili bir yıl boyunca çıkan 372 haberden 107’si “kriz” unsurunu ön plana çıkaran haberlerdir. Aynı şekilde Filistin İsrail çatışmasına ilişkin medyada sık sık “Ortadoğu kan gölü” ve “Ortadoğu ateşe sürükleniyor” şeklindeki başlıklarla “savaş” ve “kan” kelimeleriyle birlikte haber yapılmaktadır. Benzer şekilde Ortadoğu coğrafyasının merkez medyada yazan bazı köşe yazarları için çağrıştırdığı şey de bundan farklı değildir. Örneğin Sabah yazarı Yavuz Donat, “ Ortadoğu’yu uçsuz bucaksız bir mayın tarlasına benzetmektedir. Donat’ın, mayın tarlası benzetmesi ile her an patlamaya hazır bir coğrafya olarak kodladığı bölgeyi Hürriyet Yazarı Bekir Coşkun, “Dünyanın en karışık ve karmaşık coğrafyalarından biri” olarak nitelemektedir. Aynı gazetenin yazarı Tınç’a göre ise Ortadoğu, terör, karmaşa ve çatışmanın hüküm sürdüğü bir kara deliktir. Yine gazetelerde Ortadoğu’ya ilişkin yazılmış kitap tanıtım yazılarında ve haftalık eklerde çıkan yorum yazılarının girişinde bölge için ‘Dünyanın en hareketli coğrafyası’, “Arap Ülkeleri: İpleri kopan bir tespihin taneleri gibi dağıldı” şeklinde sıfat ve tanımlar kullanılmaktadır.

Türk Medyası Oryantalist mi? Medya elitlerinin Arap dünyasına bakışı ve onu yansıtması ikili ilişkilerdeki sorunları çözmek, sağlıklı bir analizle faydalı bir işbirliğine gitmek açısından önemlidir. Ancak medyanın olaya bu perspektiften yaklaşmadığı görülmektedir. Medya ürünlerinde bir taraftan Ortadoğu coğrafyasının karmaşa içinde bulunduğu, ya da Arapların Petrole dayalı ekonomisine göndermeler yapılmakta, diğer taraftan anti demokratik uygulamaları ve baskıcı tutumları nedeniyle Arap yönetimleri eleştiri konusu yapılmaktadır. Referans gazetesinden Mensur Akgün, Türk siyasi ve medya elitleri için Araplığın anlamını ve bu çevrelerin “Araplıkla” kurduğu marazi bağı şu şekilde tarif etmektedir: “Araplık bize hep olmak istemediğimiz şeyleri hatırlattı. Araplık tembellik, işsizlik, miskinlik, pislik demekti bizler için. Yenilgiyi, hezimeti İsrail karşısında ilerleyememe, demokratikleşeme demekti. Arapları dinle, dindarlıkla, aslında çoğunlukla da vahabizimle özdeşleştirdik. Kurmaya çalıştığımız düzenin anti-tezi olarak gördük onları. Bu yüzden de bir türlü kanımız ısınmadı Araplara.” Yukarıdaki alıntı, Arap toplumlarının, Cumhuriyete geçişle birlikte kurulan ulus devletin siyasi tercihinin ve kurmaya çalıştığı toplumsal düzeninin bir anti-tezi olarak sunulduğunun çarpıcı bir özetini yapmaktadır. Araplık, bir millet ya da kişiye ait ırkı belirten etnik sıfat olmaktan çıkmış, bireyin ve devletin bütün alanını kuşatan gündelik ve tarihsel yaşamın bütününe tekabül eden bir olgu haline gelmiştir. Bazı aydınlar için Araplık bir taraftan bireysel bir özellik olan ve kişiden kişiye değişebilen tembellik ve pis olmayı çağrıştırırken, diğer yandan bir yönetim şekli olan ototiteryenliği yâda farklı biçimlerde kendini gösteren anti-demokratik uygulamaları çağrıştırmaktadır.

Araplara yönelik bu toptancı bakışın medyadaki tezahürleri Arapları ve Arap devletlerini belirli kalıplara sokmakta ve çeşitliliği görmezden gelip Arap toplumlarını sterotipler üzerinden yansıtma biçiminde kendini göstermektedir. Araplar, tarihteki olaylara isnat edilen bir takım hamasi sözler ve kalıplaşmış klişe söylemler üzerinden sunulmaktadır. Medya söylemlerinde genellikle Arapların anti demokratik yapısına, dini inanış ve geleneklerine, kadınların toplumdaki konumlarına gönderme yapılmaktadır. Araplara ilişkin bütün bu noktalardan yapılan eleştirilerin ortak özelliği Arapların yekpare/homojen bir bütün olarak temsilidir. Geniş bir coğrafyaya, farklı devlet ve kültürlere sahip olmasına rağmen Araplar benzer özellikte hareket eden, ayrışmayan bir topluluk olarak verilmektedir. Anadili Arapça olan, başlıca Arap yarım adası ve Kuzey Afrika’dan, Büyük Sahra ve Sudan’a, Doğu’da Irak ve Arabistan Yarımadasına kadar uzanan bir coğrafyada yaşamalarına rağmen Araplar, genellikle Suudi Arabistan, Suriye, Irak ya da Mısır bağlamında temsil edilmiştir.

Türk medyasının Arap toplumlarının sosyal ve kültürel hayatına toptancı ve indirgemeci yaklaşımı bir taraftan ideolojik tercihlerin bakışını yansıtmakta diğer taraftan ise Araplara ilişkin olumsuz imajları küresel ölçekte yayan Batı medyasının etkilerini göstermektedir. Türkiye’nin kurucu ideolojisi Batı modernleşmesini model olarak almış, akılcı ve pozitif çizgide ilerlediğini düşündüğü projeyi hayata geçirmeye çalışmıştır. Bu süreçte, doğu ve Arap dünyası, ilerleme, gelişme, demokrasi ve insan haklarını ifade ettiğine inanılan Batı modernizmi karşısında gericilik, duygusallık ve otoriteryenliğin merkezi olarak inşa edilmiştir. Türkiye böyle bir inşa sürecinde doğal olarak Batı modelini tercih etmiştir.

Ancak son tahlilde, Türkler ve Araplar arasındaki olumsuz imajlar kronik değildir ve yakın tarihe dayanmaktadır. Örneğin, Türkiye ile Suriye arasındaki ilişkilerin her düzeyde kötü olduğu 1990’lı yıllar boyunca Türk medyasında ve kamuoyunda Suriye imajı çok olumsuzdu. 2000’li yıllarda ise bu imaj büyük bir dönüşüme uğradı. Suriye Devlet Başkanı Beşar Esad’ın son ziyaretinde basın iki ülke arasındaki iyi ilişkilere ve Irak konusunda ortak hareket etme noktasına odaklanırken, Suriye Devlet Başkanı Esma Esad’ın samimi ve sıcak tavırlarından övgüyle bahsetti. Diplomasi ve basın düzeyindeki iyi ilişkilerin toplumsal düzeye de yansıdı. Özellikle son yıllarda Türkiye’den birçok insan Suriye’ye gezi ve tatile gitmeye başladı.

Özal’ın dış politik vizyonu ve medya İlişkilerde imajın ve medya temsilinin farkına ciddi anlamda varan kişi ise Turgut Özal olmuştur. Turgut Özal’ın dış politikaya ilişkin başlıca dört hedefi vardı: 1. Konulara sade ve soğukkanlı bakış. 2. İçte sessizlik dışta yoğun çaba 3. Etkin başkentlerde güçlü lobiler 4. Enformasyon kaynaklarını ve akımını güçlendirmek Başbakan Turgut Özal, bu enformasyon akımını sadece politik ve teknik düzeyde geliştirmekle kalmamış enformasyonun boyutunu ve çapını yaygınlaştırma yoluna gitmiştir. Politik düzeyde yürütülen çabalar beraberinde Türk-Arap ilişkilerinde medyada Araplara ilişkin verilen haberleri, medyanın bizzat Arap coğrafyasını ziyaret edip bölgeden haber geçme pratiklerini başlatma gibi önemli bir dönüşümü de beraberinde getirmiştir. Arap dünyasıyla ilgili verilen haberlerin konuları genişlemiş, ‘Arap’ olgusuna ve Ortadoğu coğrafyasına sadece çatışma haberleri üzerinden değil; ekonomi, sanat ve siyaset perspektifinden de yaklaşılmıştır. Bu da ilişkilerin daha sağlıklı bir zemine oturmasına ve Türkiye’nin bölgesel gücüne katkı sağlamıştır.

Özetle söylemek gerekirse, Türk medyası, Türkiye’nin bölgesel gücüne katkı yapmak ve insani gücün bir taşıyıcısı olmak istiyorsa, daha nesnel ve sağduyulu hareket etmelidir. Bölgeyle empati geliştirip, bölgenin dilinin ve kültürünü bilen gazeteciler istihdam etmeli, Arap menşeli uluslararası yayın yapan medya ağlarıyla ortak çalışmaya gitmelidir. Bu takdirde, doğru ve yerinde enformasyon ikili ilişkilerin daha sağlıklı yürümesine katkı yapacaktır.

Mostar Dergisi- Şubat 2010

 

İlgili Yazılar
Hassas Bir Süreç
Yorum
Hassas Bir Süreç

Aralık 2024