SETA > Yorum |
Müslümanların Kültürel ve Toplumsal Kodlarının Kaybı

Müslümanların Kültürel ve Toplumsal Kodlarının Kaybı

İslam medeniyetindeki fay hatlarıyla oynanmaktadır. Ancak unutmamak lazım ki İslam medeniyeti içindeki fay hatlarının basit bir siyaset aracına dönüştürülmesi tüm alanlardaki krizleri derinleştirmektedir.

Bu yazının amacı, Müslümanların modern dönemde yaşadıkları gerilemenin, kırılmaların ve krizlerin neticesinde içine düştükleri durumu kısaca tespit edip; bu kriz ve gerileme hal ve sürecini tersine çevirmek için yapılması gereken birkaç hususu vurgulamaktadır.

Müslümanlar yaklaşık 200 yıldır Batılı güçlerin karşısında hemen her alanda ciddi bir gerileme yaşamaktadır. Fransız İnkılabı ile tekamüle ulaşan Batı siyasal sistemi, her yönüyle küresel bir hegemonya oluştururken, kendi değerlerine ve medeniyetine alternatif olabilen böylece meydan okuyan en muhtemel medeniyet İslam’dı. Müslüman dünyayı temsil eden hilafet kurumunun temsilcisi Osmanlı’nın parçalanması ve hilafet kurumunun ortadan kaldırılması bu bağlamda Batı için hayati derece önemliydi. Çünkü medeniyet içi bağların kaybolması ve Müslümanlar arasında en azından belirli alanlarda ortak hareket edebilme kapasitesi yok edilecekti. Zaten de Batı çok geçmeden bu amacına ulaşacak ve maalesef Müslüman dünya resmi olarak birliğini kaybedecektir. .

Batı dünyası ile ilişkileri dikkate alındığında Müslüman dünyanın ve İslam medeniyetinin üç ayrı halkada giderek derinleşen bir gerileme, kırılma ve kayıp yaşadığını söylemek mümkündür. Batılı ülkelerin sömürgecilik sürecinde, Müslüman toplumların yaşadığı ilk kayıp iktisadi varlıklarıydı. 15. yüzyılda başlayan kapitalistleşme süreciyle birlikte Müslümanların ekonomik kaynaklarını ve imkanları gittikçe daralmaya başlamış ve Osmanlı dışındaki neredeyse tüm Müslüman ülkeler Batının ekonomik sömürgesi haline gelmiştir. Müslüman ülkelerdeki ekonomik kaynakların büyük bir kısmı Batılı aktörlerin kontrolü altına geçmiştir. Bugün için ekonomik imkanları kendi menfaatleri doğrultusunda kullanan Batılılar tabir caizse Müslümanlara sadece kar payı vermektedirler.

İkinci kırılma noktası Batılı ülkelerin, Müslüman halkların siyasi imkanlarını ve kurumlarını kontrol altına almasıydı. Bunu sağlayan en önemli gelişme ise Birinci Dünya Savaşı ve savaş sırasında emperyalist Batılı devletler arasında imzalanan Sykes-Picout Antlaşması’dır. Osmanlı’nın yıkılmasını sağlayan Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra Osmanlı Devleti yıkıldı, toprakları da Avrupalı devletler arasında paylaşıldı. Manda altına alınan topraklarda 1970’li yıllara kadar farklı zamanlarda irili ufaklı çok sayıda yapay devletin kurulması sağlandı. 20. yüzyıl boyunca, kurulmasına katkı sağladıkları, özellikle stratejik doğal kaynaklara sahip olan Ortadoğu bölgesindeki devletlerin siyasetlerini kontrol ettiler. Batılı devletlerin çıkarları doğrultusunda böl-yönet stratejisiyle İslam ümmeti, yani anasır-ı İslam, birbirinden koparıldı. Neticede Müslümanların birbirleriyle irtibatı koptu ve birbirine bağımlılığı ortadan kalktı. Bunun sonucu olarak bütün Müslüman topluluklar Batılı ülkelere bağımlı hale getirildiler. Kurulan bu düzenle İslam ülkelerin siyasal sistemleri ve bürokratik yapıları Batılı hamiler tarafından şekillendirildi.

SÖMÜRÜNÜN İÇSELLEŞTİRİLMESİ

Üçüncü kırılma noktası ise, Batılı ülkelerin son dönemde Müslüman halkların toplumsal değerlerini, yapılarını ve kurumlarını ortadan kaldırmaya veya bozmaya başlamasına imkan veren küreselleşme sürecinin Müslümanların toplumsal hayatındaki etkisidir. Soğuk Savaş sonrasında hızlanan bu süreç, toplumsal ve kültürel kodların kaybına -ki bu da en derin sömürüyü ifade eder- neden oldu. Diğer bir ifadeyle, Müslüman toplulukların en mahrem alanı olan bilinç dünyaları sömürgeleştirildi. Müslümanlar kendilerine artık Müslümanca değil, Batılılar gibi bakmaya, yaşamaya ve kendine başkalarının gözüyle bakmaya başladılar. Müslüman dünyada ciddi bir biçimde kendine yabancılaşma süreci yaşandı. Böyle olunca karşılaştıkları sorunlara buldukları çözümler, onları kendilerine daha da yabancılaştırdı ve içinde bulundukları krizi daha da derinleştirdi. Kurtulduk derken yeni bir sorun ve krizle karşı karşıya kaldılar.

Bütün bu olan bitene karşı Müslüman halkların Batı medeniyetinin hakimiyetine karşı verdikleri cevaplar daha çok tepkisel olmuştur. Batının toptan reddini savunanlardan, Batıyla bütünleşmeyi ve Batılı değerlerin transferini savunan görüşlere kadar geniş bir savrulma yaşandı. Muhammed İkbal ve Ali Şeriati gibi bazı aydınların dile getirdiği yeniden yapılanma ve öze dönme çağrıları geniş çaplı bir siyasi ve toplumsal karşılık bulmadı. Müslüman halkların ve devletlerin bugün itibariyle yaşadıkları sorunların temelinde de bu tepkisellikten kurtulamama ve inşa sürecini bir türlü başlatamamaları yatmaktadır. Tepkisellik, benliğini ve gelecek tasavvurunu daha çok “öteki”ne göre şekillendirmeyi ve “öteki”nin davranışlarına, siyasetine göre davranmayı gerektirmektedir. Öte yandan, tepkisel davranmak “ben”e odaklanarak esaslı bir sorgulama mekanizmasının oluşmasını mümkün kılmadı böylece inşa sürecini de başlatmayı engelledi. Ayrıca tam da bu durumun bir sonucu olarak Müslümanlar kendilerini başkalarının gözünden ve kavramlarından tanımlamayı bir türlü bırakamadılar.

TEPKİSELLİKTEN İNŞA SÜRECİNE

İki asırlık tepkiselliği bırakıp inşa sürecini başlatmak ve uluslararası sistemin öznesi haline gelmek için sağlam bir altyapı gerekmektedir. Bu bağlamda, birbirlerini tamamlayıcı özelliği olan birkaç husus önem arz etmektedir. Öncelikle, Müslümanların bu dünyada ne istediklerini net bir şekilde düşünüp karar vermeleri gerekmektedir. Müslümanlar, dünya tasavvurlarını, gelecek perspektiflerini ve siyasal söylemlerini kaybetmiş durumdadırlar. Bunun yeniden temini ve telafisi için gerekli çaba da sarf edilmemekte, maalesef maddi unsurlara ve imkanlara sahip olmayı yeterli görmektedirler.

İkinci olarak, Müslüman halkların sorunlarına uzun süreli çözümler getirmek için eğitim, bilim ve teknoloji başta olmak üzere bütün alanlarda yatırımlar yapmak gerekir. Ancak bu şekilde Müslüman halkların haklarını savunduklarını iddia eden “şiddet kullanan aktörlere” ve terör örgütlerine alternatif oluşturulabilir. Batının bilgi ve söylem hegemonyasından kurtulmak için Müslümanların, kendilerini savunma hakkı saklı kalmak kaydıyla, felsefi, siyasi ve tarihi derinliği olan süreçlerin ve hareketlerin ön plana çıkarılması gerekmektedir. Unutmayalım ki derinliği olmayan sığ hareketlerin başkaları tarafından kullanılma ihtimali çok daha yüksektir. Bugün Müslüman dünyadaki hareketlerin önemli bir kısmı bu sığlıktan dolayı büyük savrulmalar yaşamaktadır. Ne zaman kimlerin menfaatlerine hizmet ettiğinin farkına bile varmaları böyle bir düzende gittikçe daha da zorlaşmaktadır.

MEDENİYETİMİZİN FAY HATLARI

Üçüncü olarak, Müslümanların yaşadığı olumsuzlukların temelinde öncelikle maruz kaldıkları olumsuzlukların nedenlerini daha çok dışarıda aramaktan vazgeçmeleri gerekmektedir. İçlerinden DAİŞ gibi örgütler çıkıyorsa bunun öncelikli müsebbibi kendileridir. Batılıların istismarının ötesinde, Müslümanların kendi değerlerine ve tarihsel birikimlerine yabancılaşmanın bir sonucu olarak uçlara savrulan Müslüman kesimlerin neden olduğu siyasal ve toplumsal sorunlar, dünyanın gündemini işgal etmektedir. Ömer Muhtar’ın ifadesiyle sürekli eleştirilen Batılıların rehber olarak kabul edilmeleri bile, savrulmanın ne kadar derin olduğunu göstermek için yeterlidir. Barış ve yaşatmayı hedef alan bir dinin mensuplarının bu kadar keyfi ve pervasız bir şekilde insan öldürmeleri, masumları hedef almaları kabul edilebilir değildir. Medeniyeti oluşturan kurum ve değerlerden asla vazgeçmemek lazımdır. Modern tabirle bunlar aynı zamanda İslam medeniyetinin yumuşak güç unsurlarını oluşturmaktadır. Müslümanlar, uluslararası siyasetin nesnesi olmaktan çıkıp yeniden öznesi olmak istiyorlarsa, İslami değerlerini ve dolayısıyla bütüncül bakış açılarını kazanmak zorundadırlar.

Peki bu olumsuz tabloyu değiştirecek gelişmeler yok mudur? Arap isyanlarıyla birlikte Ortadoğu’dakiler başta olmak üzere Müslümanlar arasında da derin bir uyanış dalgası yayılmaya başladı. Farkındalığı artan Müslüman halklar, tarihsel gerçeklikle uyuşmayan sömürgeci yapılara ve kurumlara saygı duymamaya başladı. Diğer taraftan devletinin yönetiminden memnun olmayan bireyler ve gruplar ise mevcut teknolojik imkanları da kullanarak kendilerini ifade edebilecekleri radikal örgütlere katılmaya başladılar. Arap isyanlarıyla birlikte, bugün kriz devam etse de, bir geçiş döneminin yaşandığı muhakkaktır. Bu geçiş sürecini Müslüman halklar doğru bir şekilde değerlendirmek zorundadırlar, aksi takdirde yakın gelecekte şekillenecek uluslararası sistemde beklenen yeri ve rolü alamayacaklardır. Müslüman toplumsal aktörlerin ekonomik ve siyasi alana etkilerinin giderek artması gerekmektedir. Böylece, güçleri artan toplumsal aktörler, kendi devletlerini Müslümanları ilgilendiren konularda daha duyarlı olmaya zorlayabileceklerdir.

Müslüman dünyadaki gelişmeleri belirleyecek iki temel siyasal aktör vardır: Nüfusunun çoğunluğu Müslüman olan ülkeler ile Müslümanların azınlık olarak yaşadığı küresel ve bölgesel devletler. Halkı Müslüman olan ülkelerin zihni genel manada karışıktır. Ne istediklerini ve nasıl bir siyaset izleyeceklerini bilememektedirler. Bazıları İslam medeniyetindeki fay hatlarıyla oynamaktadırlar. Ancak unutmamak lazım ki İslam medeniyeti içindeki fay hatlarının basit bir siyaset aracına dönüştürülmesi tüm alanlardaki krizleri derinleştirmektedir. İslam inancının araçsallaştırılması ile birlikte hem geleneksel yapıların çatırdaması hem de İslam medeniyetinin daha da olumsuz bir şekilde algılanması mukadder olacaktır. Dinin ve mezhebin siyaset aracı haline getirilmesi, orta ve uzun vadede en çok da bunu kaba bir şekilde kullanan İran ve Suudi Arabistan gibi devletleri vuracaktır.

Öte yandan, geleneksel Müslüman coğrafyasının dışında sayıları giderek artan milyonlar yaşamaktadır. Bugün itibariyle sayıları 1.7 milyar civarında bulunan Müslümanların beklentileri kısmen de olsa karşılanmadan küresel güven ve istikrarın sağlanması beklenemez. Gün geçtikçe yoğunlaşan küreselleşme süreci ve artan karşılıklı bağımlılık dolayısıyla, küresel ve bölgesel devletler bundan sonra Müslümanların sorunlarını hem bir küresel sorun hem de bir iç sorun olarak görmek ve buna göre çözüm aramak zorunda kalacaklardır.

[Star Açık Görüş, 29 Kasım 2015]