Muhalefet toplu halde bir süredir Meclisin işlevsizleştiği tezini işliyor. Meclisin işlevsizleşmesinin millet egemenliğinin güç kaybına uğraması sonucunu doğurduğu iddia ediliyor. Son bir haftadır, 23 Nisan Milli Egemenlik Bayramı'nın da etkisiyle, bu iddialar daha yoğun bir şekilde işlenmeye başladı. Burada üç soru var. Birincisi, Meclis gerçekten işlevsizleşti mi? İkinci soru, şayet Meclis işlevsizleştiyse bunun nedeni Cumhurbaşkanlığı sistemine geçiş midir, yoksa başka bir faktör müdür? Ve son olarak, milli egemenliğin ya da milli iradenin siyasette etkin olup olmaması ne ölçüde Meclisin işlevsel olmasına bağlıdır?
Bu noktada öncelikle milli iradenin siyasette etkin olması ne anlam taşır meselesini kısaca ele almak gerekir. Milli iradenin siyasette etkin olması sermaye, bürokrasi ve aydınlardan müteşekkil elitin siyasette daha az etkili olması, siyaset üzerinde daha az baskı kurması demektir. Siyasi kararlar milletin talepleri ve beklentileri doğrultusunda alınıyorsa ve siyasetin ana çatışma yörüngesi elitler ile millet arasında tanımlanıyorsa bu durumda milli iradenin siyasette etkin olduğundan bahsedilebilir.
Şimdi bu çıkarımların ışığında yukarıdaki sorulara odaklanabiliriz. Hemen belirtelim meclisin etkisini kaybettiği iddiasının altında muhalefet partilerinin siyaseti etkileme gücünün azalması yatıyor. Doğru, yürütme ile yasamanın birbirinden net bir şekilde ayrılmasıyla muhalefet partilerinin siyaseti etkileme gücü azaldı. Cumhurbaşkanlığı hükümet sistemine geçilmesinin ardından güvenoyu, gensoru ve sözlü soru gibi mekanizmaların bir hükmü kalmadı. Ancak bu durum ülke siyaseti açısından pek de olumsuz bir gelişme olarak değerlendirilemez. Çünkü muhalefet partilerinin siyaseti etkilemekten anladığı, siyaset kurumunu bu mekanizmalarla siyaset-dışı iktidar odakları adına sabote etmek ve milli iradeyi kısıtlamaktı. Bu mekanizmalarının iktidarı daha iyi bir yönetim göstermeye zorlamak gibi bir işlev gördüğünü söylemek zordur.
Peki muhalefetin iddia ettiği gibi meclisin aktif olması için parlamenter sisteme dönmekten başka bir yol yok mudur?
Meclis Cumhurbaşkanlığı sisteminde de, her ne kadar eski merkezi konumuna gelemeyecek olsa da, aktif hale getirilebilir. Meclisi aktif hale getirmenin yolu parlamenter sisteme geri dönmekten değil, muhalefetin siyasete yönelik yapıcı olmayan yaklaşımını değiştirmesinden ve yeni sisteme adapte olmasından geçmektedir.
İkinci olarak, meclisin aktif olması ile milli iradenin siyasette etkin olması arasında doğrudan bir bağ bulunmamaktadır. Şayet meclis milletin iradesiyle oluşmamışsa ve milletin taleplerine göre kararlar almıyorsa, istediği kadar aktif olsun, milli egemenliğe bir katkısından söz edilemez. Siyasi tarihimize şöyle bir göz attığımızda 1920-23 yılları arasındaki Birinci Meclisin milli iradeyle doğrudan ilişkisi olan ilk meclis olduğu söylenebilir. Daha öncesinde Birinci ve İkinci Meşrutiyet dönemlerindeki meclislerin milli egemenlikle tam anlamıyla bir ilişkisi söz konusu değildir. Bunlar daha çok sultanın egemenliğini sınırlandırmak için dönemin bürokratik ve ekonomik orta sınıfının elinde bir araç olma özelliği göstermişlerdir.
1923'ten 1950'ye kadar olan meclisler de benzer bir özellik taşır. Bürokratik-aydın elitin baskın rolü nedeniyle siyaset kurumu nerdeyse yok sayılmıştır. Meclise girme hakkı sadece toplumun dar bir kesimine, elitlere bahşedilmiştir. Dolayısıyla, bu dönemdeki meclislerin konfigürasyonu serbest seçimlerin olmaması nedeniyle milletin iradesini yansıtmamıştır. 1925 ve 1930 yıllarındaki iki başarısız çok-partili hayata geçiş denemesi millet iradesine olan güvensizliği ortaya koymaktadır. Ayrıca, bu meclisler milletin taleplerine göre ülkeyi yönetmek yerine, modernleşme adı altında milletin değerlerine ve taleplerine savaş açmayı tercih etmiştir.
1950 sonrasındaki meclislerin de iktidarın bürokratik-aydın elitle paylaşılması nedeniyle milli iradeyi tam olarak yansıttığı söylenemez. Evet, meclisler milli irade tarafından şekillendirilmiş ve belli oranda milletin taleplerine göre kararlar almıştır. Ancak bu bürokratik-aydın elitin gücünün kısmen kırıldığı tek-parti hükümetleri dönemlerinde kısa ve istisnai periyotlarda gerçekleşmiştir. Meclis ve genel itibariyle siyaset kurumu sürekli olarak bürokratik-aydın elitin baskına maruz kalarak işlevsizleşmiş, gerektiğinde de 1960, 1971, 1980 ve 1997'deki askeri müdahalelerle dağıtılmıştır.
Meclisin ve siyasetin güçlenmesi ve milli iradenin merkezi bir konuma gelmesi 2007'deki anayasa değişikliği sonrasında söz konusu olmuştur. Cumhurbaşkanının halk tarafından doğrudan seçilmesine karar verilmesi ve bu kararın alınmasını mümkün kılan asker-sivil ilişkilerindeki demokratik dönüşüm meclis ile birlikte siyaset kurumunu da güçlendirmiştir. Bu dönem siyasi hayatımızda meclisin en güçlü olduğu dönemdir. Elbette 2017'deki hükümet sistemi değişikliğinin ardından yürütmenin meclis dışına çıkması meclisin gücünü doğal olarak azaltmış ve rolünü değiştirmiştir. 2007-2018 dönemine oranla siyasette daha az merkezi bir rol oynamaya başlamıştır. Lakin bu, kesinlikle milli iradenin zayıflaması anlamını taşımamaktadır. Bilakis, milli irade Cumhurbaşkanlığı hükümet sistemine geçişle birlikte siyasette daha da merkezi bir yer teşkil etmeye başlamıştır.
O halde, muhalefetin meclis savunusunun ardında milli iradeye yönelik bir hassasiyetin bulunduğunu söylemek pek mümkün değildir. Sermayenin, bürokrasinin ve aydınların iktidardan aldıkları paylarını artırmak için meclis savunusu yaptıkları açıktır.Bu aktörler açısından meclisin güçlenmesi, siyaset kurumunun ve milli iradenin zayıflatılmasının önünün açılması demektir. Meclise eski rolünü vermek milli iradeye siyasette daha merkezi bir rol sunmaz. Sermaye, bürokrasi ve aydınlar oligarşik bir yönetimi açıktan savunamadıkları için meclis ve parlamenter sistem savunusu üzerinden bu siyasi hedeflerine ulaşmaya çalışmaktadırlar. Dolayısıyla, muhalefetin meclis ve milli egemenlik güzellemelerine pek kulak asmamak gerekir.
[Sabah, 25 Nisan 2020].