Cumhurbaşkanı Erdoğan ile Rusya Devlet Başkanı Putin'in geçtiğimiz Çarşamba bir araya gelmesi Suriye'nin yakın geleceğine dair birçok sorunun cevabını almak için iyi bir fırsat olarak görülse de görüşmeden yeni bir durum ortaya çıkmış görünüyor. İki lider bugüne kadar ikili ve bölgesel düzeyde birçok zorlu konuyu aşmayı başarmıştır. Özellikle uçak düşürme hadisesinden sonra Türk-Rus ilişkilerinin rasyonel bir zemine kavuşması konusunda geniş bir karamsarlık oluşmuş olsa da Erdoğan ve Putin arasında birçok konuda hızlı ilerlemeler kaydedilmiştir.
Fırat Kalkanı ve Zeytin Dalı harekatları, ardından gelen Astana süreci ve İdlib anlaşması gibi zorlu dönemeçler iki liderin aldığı inisiyatifler sayesinde mümkün olabilmiştir. İki ülke arasına zorlu süreçlerin aşılmasının arkasında iki lider arasında varılan uzlaşıların hızlı bir şekilde sahaya yansıtılabilmiş olması yatıyor. Aynı zamanda Türkiye'nin 2016'dan sonra Suriye sahasında gerçek bir oyuncuyadönüşmesi de Putin'in Türkiye algısını önemli ölçüde değiştirmiş görünüyor. Ancak bundan sonraki süreç daha zorlu geçecek. Zira Moskova'nın, Ankara'ya kendi Suriye oyun planının içinde tutma arayışında olduğu fakat bu rolü kendi istediği gibi şekillendirme gayreti sergilediği anlaşılıyor.
Trump'ın çekilme kararının ardından Fırat'ın doğusuna ilişkin Moskova'nın pozisyonu böylesi bir anlayışın ürünü olarak ortaya çıkmış durumda. Moskova ilk olarak ABD'nin çekilme kararına temkinli yaklaşmayı tercih etti. Ancak daha sonra Türkiye'nin Fırat'ın doğusunda PYD-YPG'yi hedef alacağı kapsamlı bir askeri operasyonun sınırlarını çizmeye çalıştı. Çekilme kararının ardından Türk heyetinin ilk ziyaretini Moskova'ya gerçekleştirmesi sırasında Rusya'nın Türkiye'nin güvenlik endişelerini karşılayacağı bir plan sunmuş olması Rusların çekilmesi sonrası Fırat'ın doğusuna yönelik Türkiye'den farklı bir düzenleme arzusunda olduğunu da gösterir nitelikte. Bu planın önemli bir parçasını PYD-YPG ile Suriye rejimi arasında bir anlaşmanın gerçekleşmesini sağlayarak Türkiye yerine Fırat'ın doğusuna YPG'nin dahil olduğu rejim unsurlarının girmesini mümkün hale getirmek yer alıyor. Nitekim bu kapsamda Moskova vakit kaybetmeden bu süreci başlatmış ve hem PYD'yi Moskova'da kabul etmiş hem de rejim ile PYD arasında Şam'da bir müzakere denklemi oluşturmuştu.
Ancak PYD'nin kazandıklarını kalıcı hale getirme konusundaki maksimalist talepleri, ABD'nin bu denklemi bozacak şekilde PYD'yi sınırlandırmaya çalışması ve belki de en önemlisi Türkiye'nin bu formülü kabul etmekten çok uzak olması Moskova'nın bu hamlesini şimdilik başarısız kıldı. Ama bu Moskova'nın vazgeçeceği anlamına gelmiyor.
Putin'in Türkiye ile görüşme sırasında Adana Protokolü hatırlatması da yukarıda zikredilen dinamiğin bir parçası. Söz konusu protokol Suriye'nin 1990'lar boyunca PKK terörüne verdiği desteğini çekmemesi halinde Türkiye tarafından askeri güç kullanma uyarısının hemen ardından gelmişti. Protokol bir bütün olarak PKK ve unsurlarının Suriye topraklarında bulundurmaması ve bu konuda Ankara ile koordine olması konusunda Şam'a bir sorumluluk yüklerken Ankara'ya da terörle mücadele bağlamında müdahale hakkı tanıyordu.
Putin'in söz konusu protokolü hatırlatmasının ise iki anlamı var: Birincisi Türkiye'nin PKK terörüyle mücadelesinde "müdahale hakkı"nın Moskova tarafından da meşru görülmesi. İkincisi de Türkiye'ye PKK ile mücadelede Şam ile yeniden "koordine" olması gerektiğini salık vermesi. Ancak bu ikinci nokta pek mümkün görünmüyor. Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın Adana protokolünün "üzerinde ısrarlı durulması gerektiğini" ifade etmesi ise Ankara'nın Suriye'deki PYD-YPG ile mücadelesini bu çerçeve üzerinden yürütebileceği anlamına gelebilir. Dolayısıyla Moskova açısından "Suriye rejimi ile yakınlaşma" anlamını taşırken Ankara açısından daha çok hukuki bir çerçeve olarak ele alınıyor.
Eğer söz konusu protokol referans olarak ele alınacaksa o zaman rejimin üzerine düşen sorumlulukları yerine getirmesi gerekiyor. Yani Suriye topraklarında PKK'nın bir parçası olan YPG-PYD'nin bütün imkan ve kabiliyetini ortadan kaldıracak bir süreci başlatması gerekiyor. Peki, bu ne kadar mümkün? İşte asıl sorun da burada başlıyor. 1998'deki şartların büyük bir değişim geçirdiği, PKK'nın büyük bir alanı kontrol ettiği ve Moskova'nın Şam ile PKK arasında bir anlaşmayı zorladığı bir konjonktürde böylesi bir beklenti içine girmek ne kadar gerçekçi olabilir. Öte yandan ABD'nin "Türkiye güvenli bölge oluştursun ancak biz de YPG'yi koruyacak bir hayat alanı sunalım" formülü arayışında olduğu bir dönemde rejim hangi kabiliyet ve siyasi denge içinde bunu gerçekleştirebilecek?
Bunlar Ankara'nın üzerinde daha fazla düşünmesi gereken sorular. O nedenle eğer Ankara, Adana protokolünü kendisi için bir referans olarak alacaksa, protokolün Türkiye'ye verdiği hakların kullanılmasından başka geriye seçenek kalmıyor. Bu da Türkiye'nin güvenli bölgeyle başlayacak ve daha sonra PYD-YPG'nin Suriye'de terörü besleyecek imkan ve kabiliyetten tamamen yoksun olduğu bir Suriye oluşturana kadar devam edecek bir mücadeleyi gerekli kılıyor.
Günün sonunda Ankara iki süper gücün birbiriyle tezat gibi görünen ancak nihayetinde aynı kapıya çıkan PKK stratejileri arasında kendi yolunu bulacağı bir senaryoyu benimsemek durumunda. Müzakere etmek bu senaryoları hayata geçirmek için Türkiye'ye ihtiyacı olan güvenliği sağlayamayabilir, aksine müzakerelerin uzun sürmesi (Rusya veya ABD ile) Ankara'ya tek taraflıdavranabilme üstünlüğü konusunda bir baskı oluşturabilir.
O nedenle PKK'yı Suriye'de elimine etmek için Ankara'nın kendi göbeğini kendisinin kesmesinden başka çaresi kalmıyor. Türkiye ancak bu şekilde davrandığı ölçüde PKK'yı bir tehdit olmaktan çıkarabilir. Yani yine aynı mevzuya geliyoruz; bataklığı tek başına kurutmaktan başka çare yok!
[Sabah, 26 Ocak 2019].