Çin sineması ve edebiyatında 1980’lerden itibaren yaygınlaşan sıradan insanın öykülerini merkeze alan tarzın önemli temsilcilerinden olan Mo Yan, Çin’in kırsalında geçen hikâyelerini okuyucularına anlatmaya çalışıyordu. Mo Yan’ın anlatmaya çalıştığı yerel hikâyelerin büyük kitleler tarafından daha kolay anlaşılması ve özellikle Batı’da kendine sadık bir okuyucu kitlesi oluşturmasına en çok yardım eden unsurların başında şüphesiz o yıllarda Çin’de yükselen neo-realist sinema ve bu ekolün dünyada bulduğu izleyici kitlesi önemli bir rol oynamıştı. Zhang Yimou, Tian Zhuangzhuang ve Chen Kaige gibi beşinci kuşak yönetmenlerin İtalyan sinemasındaki erken dönem neo-realist ve toplumsalcı sinemadan etkilenerek ortaya koydukları eserler, Mo Yan’ın hikâyelerinin daha tanıdık ve göze aşina bir zemin üzerine oturmasını sağladı.
Dünya okuyucusu kapalı bir toplum ve otoriter bir rejimin perdeleri arkasındaki hayatları bu görsellik sayesinde daha yakından tanıma fırsatı buldu. Özellikle Zhang Yimou’nun yönettiği ve Mo Yan’ın aynı isimli romanının bir bölümü konu edinen “Red Sorghum”, Mo Yan ismiyle özdeşleşen bir eser olarak ortaya çıktı. Ancak bu yıllarda sıradan insana yapılan vurgu merkezi yönetimden bazılarını rahatsız ediyordu. Özellikle köylülerin artık Kafka’nın Şato’sunu andıran bürokratik canavarla verdikleri mücadele, bürokrasinin gayri insanî ve etkisiz bir hal alışı binlerce yıllık bürokratik geleneğini meşruiyet kaynaklarından biri haline getiren bir devlet tarafından haliyle uygun bulunmamıştı. Mo Yan’ın Garlic Ballard’da sergilediği bir köyü sarımsak ekmeye mahkûm edip ürünü almaya yanaşmayan yapı ile Zhang Yimou’nun “The Story of Qiu Ju” filminde hamile bir kadının mücadele ettiği sistem ve diaspora Çin edebiyatından Ha Jin’in karısından boşanabilmek için kanunun gerektirdiği 16 yılı beklemek zorunda kalan kahramanının kurbanı olduğu düzen sıradan insanın karşısında bulduğu devasa devlet aygıtının parçaları arasında yer alıyordu. 1980’lerde özellikle reform yanlısı sesler için bu eleştirel eserler önemli bir fırsat ve açılım sunmuştu. Eserlerdeki entelektüel cesareti takdir eden dünya kamuoyu da, bu sanatçılara eserleri Çin’de yasaklanırken gerekli saygıyı göstermiş ve sahip çıkmıştı.
Çin’in 1990’lı yıllarda yaşadığı ekonomik açılım ve Tiananmen olayları sonrasında başlattığı milliyetçi propaganda Çin’deki sosyal yapıyı ve entelektüel dünyayı da derinden etkilemeye başladı. Ortaya çıkan milliyetçi entelektüel dalga “Hayır Demeyi Bilen Çin” tarzında bazı eserleri de ortaya çıkardı. Bu gelişme beraberinde Çin toplumunda daha fazla saygı ve uluslararası prestij için agresif bir tutumu da beraberinde getirdi. 2000 yılı olimpiyatlarını Pekin’e vermeyen Uluslararası Olimpiyat Komitesi ve Batı ülkelerine karşı duyulmaya başlayan Olimpiyat Kompleksi, 1988 yılında Nobel Barış Ödülü’nün Tibet’in ruhani lideri Dalay Lama’ya verilmesi sonrasında başlayan Nobel Kompleksi’nin sadece bir devamı niteliğindeydi. 1990’lı yıllarda dünyadan yükselen insan hakları ihlali eleştirileri bu durumu daha da patolojik bir hale getirdi. Bunun sonucu ortaya çıkan milliyetçi sanat xenophobic [yabancı düşmanı] özelliği olan eserler ortaya koydu.
Bunun yanında Çin’de bu yıllarda başlayan ve ondan sonra sürekli olarak devam eden iki haneli ekonomik yükseliş bir yandan ortaya zengin bir sınıf çıkarırken, öte yandan da eko