Geçen hafta başında Alman milli takım oyuncuları Mesut Özil ve İlkay Gündoğan’ın Cumhurbaşkanı Erdoğan’a imzalı forma hediye etmeleri ve akabinde yaşanan olaylar her iki ülkede de gündemi meşgul etti. Ziyaretin duyulmasıyla birlikte önce Alman basını, ardından da siyasiler, futbolcuları kıskaca alan toplumsal, siyasi ve medyatik bir “mobbing” kampanyası başlattılar. Futbolcuların ziyaretiyle ilgili haberlerde, yazılı basında “Entegre edilmiş aptallık” (Tagesspiegel), “Mesut und Özil: Aptalca bir eylem, fazlası değil” (Augsburger Allgemeine) “Mesut Özil ve İlkay Gündoğan: Pek de akıllı(ca) değil” (die Zeit) gibi başlıklarda rastlanan “aptallık” ve “akılsızlık” ifadelerinin ortak kullanımı dikkat çekiciydi. 3Sat adlı televizyon kanalında bir gazetecinin Mesut Özil’in entelektüel kapasitesinin sınırlı olduğu yolundaki yorumu ise bazı çevrelerin göçmenlere kibirli bakışını ele veriyordu.
Futbolcuların Erdoğan’la resim vermesi, sadece medyayı ve “Erdoğan milli takımın savunduğu değerlerin karşısında, seçim propagandasında kendilerini kullandırttılar” diyen Futbol Federasyonu’nu değil, siyasileri de rahatsız etti. Merkel futbolcuların ziyaretinin soru işaretleri oluşturduğu ve yanlış anlamalara açık olduğu gibi nispeten daha “ölçülü” bir tepki verirken, hükümetin Göç, Mülteciler ve Uyumdan Sorumlu Devlet Bakanı Annette Widmann Mauz ise futbolcuları Erdoğan’a boyun eğmekle suçladı. Sporculara yöneltilen suçlamaların merkezinde ise Erdoğan’la resim vermenin, Batı ve Alman değerlerine sahip olmamak anlamına geldiği tezi yer alıyordu: “Milli takım için oynayan, bu ülkenin değerlerini savunmak zorunda”. “Özil yıllardır Erdoğan’la temas içinde” (die Welt) gibi Türkiye Cumhurbaşkanı’nı bir suçlu, onunla görüşmeyi de bir suç gibi lanse eden haber başlıkları, Erdoğan’ı şeytanlaştıran siyasi ve medyatik söylemlerle birlikte düşünüldüğünde hiç de şaşırtıcı değil.
Futbolcuların Cumhurbaşkanı’na yaptıkları bu sıradan ziyaret bir anda siyasi ve toplumsal bir krize dönüştürüldü. Öyle ki geçtiğimiz Pazar günü iki futbolcuyla Cumhurbaşkanı Steinmeier başkanlığında siyasi bir zirve gerçekleştirildi. Steinmeier’nın oldukça başarılı birer futbol kariyerine sahip sporculara, “Alman futbolu sizi büyük yaptı” demesi, Almanya’nın göçmenlere karşı “alacaklı” bakış açısını da ortaya koyuyordu. Bu cümlenin mesajı açıktı: Varlığınızı bize borçlusunuz. Özelde iki futbolcunun Alman sporuna kazandırdıkları, genelde ise göçmen kökenlilerin bu ülkeye verdiklerindense bahseden olmadı. Daha ilginç olanı ise adeta af dilemek ve hesap vermek zorunda bırakılan iki futbolcunun zirvede “hizaya çekildikten” sonra sarf ettikleri sözler oldu. Her iki futbolcu da Almanya’nın vatanları olduğunu ve buradaki değerlere bağlı olduklarını açıkladılar.
Elbette Mesut Özil gibi, göçmen gençlere entegrasyon konusunda örnek gösterilen kişilerin hedef tahtasına oturtulması bir tesadüf değil. Böylelikle Almanya’da bazı çevrelerin, Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı ile yakın resim verilmemesi gerektiği ve bunun ağır bir bedelinin olacağı yönünde göçmen Türklere açık bir mesaj verdiğini söylemek mümkün. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın hedef gösterilmesinde reel politik sebeplerin yanı sıra, Erdoğan’ın ve AK Parti hükümetinin milli kimlik odaklı diaspora siyasetinin etkisi olduğu açık. Erdoğan döneminde göç tarihini boyunca hiç olmadığı kadar destek gören Avrupalı Türklerin, bu süreçte kendilerine güvenen bir tutum kazanmalarının, asimilasyon dışında bir uyum modeli öngörmeyen bazı çevreleri rahatsız ettiği de ortada. Bir iç güvenlik ve demografik sorun olarak görülen Türkiye kökenli göçmenlere “Bizim çizdiğimiz siyasi ve sosyal çerçevede hareket edebilirsiniz, buna aykırı davranan cezalandırılır” mesajı verilmek isteniyor. Nitekim Cumhurbaşkanı nezdinde gerçekleştirilen siyasi zirvede, futbolcuların Cumhurbaşkanı Erdoğan’la verdiği “hatalı resim ve mesaj“ düzeltilmeye çalışıldı. Özil’in zirvede bağlı olduğunu ifade ettiği demokrasi, ifade özgürlüğü, demokratik hakların kullanılması gibi “Avrupalı” değerlerin, ancak yine izin verildiği ölçüde ve belirli çerçevede kullanılabileceği ise açıkça anlaşılmış oldu.
Almanya’da yaşanan bu olaylar karşısında neredeyse hiçbir aykırı sesin ve tepkinin duyulmaması, kimsenin “kurbanı” savunmaya cesaret edemediği bir “mobbing” ortamının meydana getirildiğinin açık bir göstergesi. Adeta Türklere uygulanacak her türlü ayrımcılığın eninde sonunda “haklı” sebeplerle gerçekleştiğine inanılarak temize çıkarılacağı toplumsal bir “mobbing” atmosferi yaratılmak isteniyor. Bu “mobbing” ortamı toplumsal bir mutabakat haline getirilerek, göçmen Türklere karşı anayasal ve hukuki hak ihlallerinin haklı olduğu yönünde bir algı oluşturulmaya çalışılıyor. Toplumsal mutabakat ve söylem birliği, anayasanın üzerinde bir konuma oturtuluyor. Bu toplumsal ve siyasi “mobbing” ortamının tekrarlanan söylemi ise “Türklerin aptal, entelektüel olarak geri, eğitilemez, anti-demokrat ve yöneticisi diktatör” bir halk olduğu. Geçen haftalarda Manheim’da bir hastanede bir başhekimin hastasıyla yaşadığı tartışma esnasında “Türkiye’ye ve Erdoğan’a git” diye bağırdığı hatırlanacak olursa, bu algının ne gibi sonuçlar doğurabileceği daha iyi anlaşılacaktır. Bu haklılık psikolojinin giderek daha da sertleştirdiği ve tüm toplum kesimlerine yayılan bu toplumsal, siyasi ve medyatik “mobbing” havası, Avrupa’nın hamisi olduğunu iddia ettiği demokratik geleneklerde sonun başlangıcı olabilir.
Rasyonel siyaseti, entelektüel ve felsefi düşünce geleneğiyle tanınan Almanya ne akıl ne sağduyu ne de demokratik gelenekleriyle örtüşen bu siyasi, toplumsal ve medyatik histeri haline nasıl geldi? Tarihi bütünlük içinde ele alındığında, Almanya’nın toplumsal ve kimliksel bütünlüğünü hep bir ”öteki” üzerinden sağlamaya çalıştığı görülüyor. Bu öteki 11. yüzyılda Haçlı seferlerinin hedefi olan Müslümanlarken, 16. yüzyılda cadı avlarıyla öldürülen on binlerce kadın, 20. yüzyılda Nazi Almanyası’nda katledilen Yahudiler ve şimdi ise Türklerdir. Tam da bu noktada, Türkiye kökenli göçmenlerin, geçmişten bu yana Avrupa’da azınlıkların maruz kaldığı bu baskılarla nasıl baş edecekleri sorusu önem kazanıyor. Son yaşanan olayda futbolcuların mecbur bırakıldıkları gibi özür dileme ve savunma yolunu mu seçecekler, yoksa var olan demokratik hakların kullanılması suretiyle kimliklerini korumayı mı tercih edecekler?
Almanya’nın yakın tarihi incelendiğinde, Yahudiler kadar asimile olma kabiliyetini haiz çok az topluluk olduğu görülür. Ancak Nazi Almanyası’nda sadece kimlikleri kolayca anlaşılan Ortodoks Yahudilerin değil, Alman toplumuna kaynaşmış ve hatta din değiştirerek asimile olmuş Yahudi grupların da gaz odalarında imha edilmekten kurtulamadıkları unutulmamalı. Zira en çok da bu gruplar, hemen her zaman gerçek kimliklerini gizlemekle suçlanarak Ortodoks Yahudilerden daha tehlikeli bulunmuşlardı. Avrupa’da yaşayan Türkler “kendileri” olarak kalarak öz kimlikleriyle var olmalı ve anayasayla güvence altına alınmış hak ve özgürlüklerinden taviz vermemelidirler. İfade ve düşünce özgürlüğü, hayat tarzı serbestisi ve demokratlık gibi değerleri tekeline alarak bunların temsilcisi olduğunu iddia eden Avrupa’nın bu iddiasında samimi olup olmadığının ispatı hususunda Türkler turnusol kağıdı vazifesi göreceklerdir. Bu noktada Türkler Avrupa’nın son şansıdır. Aksi halde, on yıllardır “öncü kültür” tartışmaları etrafında dönüp duran ve bir türlü çoğulcu toplum ve kültür yapısını kabullenemeyen Almanya entelijansiyasının da kimseye demokrasi dersi vermeye hakkı olmadığı anlaşılacaktır.
Alman solunun perspektif sunamadığı Alman gençleri PKK mevzilerinde ölürken, Alman solu çaresizce bir terör örgütüyle işbirliğine giderek var olmaya çalışıyor. Alman merkez sağ siyasetinin söylemleri ve Alman anamuhalefeti ise neredeyse tamamen ırkçı aşırı sağın eline teslim edilmiş durumda. Alman devlet aklı mevcut durumu iyi okumalı ve sağ-sol radikalizmin belirleyici olduğu ve liberal demokrasinin hızla ivme kaybettiği bu kriz ortamında, demokratik değerleri Türkiye düşmanı çevrelere kurban vermemelidir. Bu noktada hem stratejik ortak olarak kabul edilen Türkiye hem de Alman toplumunun bir parçası haline gelen Türk diasporası ile eşit göz hizasında bir ilişki modelinin kabullenilmesi gerekmektedir. Zira son dönemde Atlantik’ten esen sert rüzgarlar, Almanya öncülüğündeki AB’nin hem siyasi hem de askeri açıdan giderek daha da güçlenmesini gerektiriyor. Almanya’nın giderek daha bağımsız bir aktör olma yolunda atacağı adımlarda ise bölgedeki güçlü ülkelere ihtiyaç duyacağı aşikar. Bu noktada Berlin Türkiye ile, önceliklerini her iki ülkenin de kendisinin belirleyeceği, çıkar odaklı rasyonel bir ilişki modeli geliştirmeye mecburdur.
[AA, 28 Mayıs 2018]