NATO'nun 29-30 Haziran tarihleri arasında Madrid'te düzenlediği Devlet ve Hükümet Başkanları zirvesi, örgütün geleceği açısından önemli dönüm noktalarından birisi olarak tarihe geçti. NATO'nun yeni stratejik konseptinin açıklandığı Madrid zirvesinin hazırlıkları yapılırken, doğal olarak odak noktası Rusya'nın Ukrayna'yı işgali sonrasında ortaya çıkan yeni jeopolitik dengelerdi.
Bununla ilişkili olarak daha önce ittifaka katılmak için çok sayıda fırsatı kendi istekleriyle değerlendirmemeyi tercih eden İsveç ve Finlandiya'nın NATO üyesi olma istekleri söz konusuydu ancak bunun önündeki en önemli engel Türkiye'nin haklı gerekçelerle ortaya koyduğu çekince oldu. Bazı kesimler bu blokajın nedenini farklı yerlere bağlamaya çalışıp Ankara'nın tavrının NATO'daki dayanışmayı sekteye uğrattığı iddiasında bulunurken, NATO Genel Sekreteri ve ABD yönetimi başta olmak üzere çok sayıda aktör Türkiye'nin kaygılarını gidermek için yoğun bir diplomasi trafiği içine girdi.
Zirvenin başlamasına 24 saatten az bir süre kalmasına rağmen Türkiye'nin iki ülkeye yönelik üyelik davetine onay verip vermeyeceği henüz netlik kazanmamıştı. Nihayetinde imzalanan Üçlü Muhtıra'nın ardından Türkiye'nin davete yönelik vetosunu kaldırmasıyla İsveç ve Finlandiya'nın üyelik daveti de yapılabilir hale geldi. Bu yazıda süreci ve NATO'nun yeni stratejik konseptinde öne çıkan noktaları tartışmak yerine Madrid zirvesinin Türkiye açısından sonuçları üzerinde durmak daha faydalı olacaktır zira gerek zirve öncesinde gerek stratejik konseptin şekillenmesinde gerekse zirve sırasındaki ikili görüşmelerde Madrid'te Türkiye açısından önemli gelişmeler söz konusu olmuştur.
Üçlü Muhtıra
Madrid zirvesi normal şartlar altında ittifakın gelecek perspektifini ortaya koyan yeni stratejik konseptin ilan edilecek olması nedeniyle önemliydi. Bu önem Rusya'nın Ukrayna'yı işgali nedeniyle çok daha fazla artmıştı. Ancak zirveye gidilirken en öne çıkan konu Türkiye'nin İsveç ve Finlandiya'nın üyelik davetine koyduğu veto oldu. Vetonun nedenleri temelde iki ülkenin terör örgütlerine verdiği destek ve Türk savunma sanayiine uyguladıkları yaptırımlardı.
Türkiye bu iki ülkenin terör örgütlerine destek vermeye ve savunma sanayiine yaptırıma devam ettikleri sürece üyeliklerinin söz konusu olmayacağı konusunda net bir duruş sergilemişti. Çok az kişi Türkiye'nin bu konuda zirve öncesinde ikna edilebileceğine inanıyordu. Ancak zirveden bir gün önce NATO Genel Sekreteri'nin ev sahipliğinde üç ülke lideri arasında gerçekleşen görüşme ve bunun sonucunda Dışişleri Bakanları tarafından imzalanan Üçlü Muhtıra, Türkiye'nin ilk aşamada uyguladığı blokajı kaldırmasını sağladı.
Eğip bükmeden ifade etmek gerekirse, Türkiye'nin öne sürdüğü şartların detaylandırılarak belirtildiği ve bir takip/denetleme mekanizmasının oluşturulduğu Üçlü Muhtıra, Türkiye açısından net bir kazanımdır. Bu kazanımda Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın liderliği, Türk diplomasisinin tecrübesi ve Türkiye'nin son dönemde uyguladığı kendine özgü politikalar ile kararlı duruşu önemli rol oynamıştır.
Bir uluslararası hukuk belgesi olarak on maddeden oluşan muhtıra metni incelendiğinde İsveç ve Finlandiya daha ziyade taahhütlerde bulunan ve yükümlülük altına giren tarafken, Türkiye daha ziyade bunları dikte ettiren ve denetleyecek olan taraf pozisyonunda oldu. İsveç ve Finlandiya'nın muhtırayla verdikleri taahhütlerden ve üstlendikleri yükümlülüklerden bazıları (örneğin savunma sanayii yaptırımlarının kaldırılması) hızlıca gerçekleştirilebilir durumdayken, bazılarının hemen yerine getirilmesi, teknik açıdan mümkün değil. Ancak süreci zamana yayarak süre kazanmaya çalışmaları ve bu sayede kolayca NATO üyesi haline gelmeleri de mümkün değil. Zira NATO üyelik süreci bir iki haftada gerçekleşecek bir husus olmadığı gibi Türkiye'nin ikna edilmemesi durumunda üyeliğin nihai hale gelmesine onay vermesi de söz konusu olamaz. Diğer bir ifadeyle, iki ülkenin üyelik süreci tamamlanana kadar Türkiye'nin veto kartı "Demoklesin kılıcı" gibi iki ülkenin ensesinde olacak. Üyelik süreci tamamlandıktan sonra Türkiye'nin hassasiyetlerine aykırı bir tutum içine girmeleri halindeyse iki ülkeye yönelik NATO savunma planlamaları ile kritik belgelerin oluşturulması süreci başta olmak üzere hemen her konuda Ankara'nın veto kartı elinde olacak.
Öte yandan Zirve Sonuç Bildirisinde Üçlü Muhtıra'ya atıfta bulunulması, içeriğinin bütün üye ülkeler tarafından farkında olunduğunu gösteren bir husus. Bu yönüyle her ne kadar üç devlet arasında imzalanmış olsa da muhtıranın bağlamı düşünüldüğünde, Türkiye'nin terörle mücadelesini eleştiren, terör örgütlerine destek veren ve Türk savunma sanayiine üstü örtülü veya açık bir şekilde yaptırım uygulayan bazı NATO üyelerine de Ankara'nın hassasiyetlerine ilişkin net bir mesaj verilmiş oldu.
Stratejik Konseptte Terörle Mücadele Vurgusu
Madrid zirvesinin Türkiye açısından bir diğer önemli boyutu, stratejik konseptte ve zirve sonuç bildirisinde ele alınan "terörizm" ve "terörle mücadele" vurgusu oldu. Açıklanan yeni stratejik konseptte ayrım gözetilmeksizin terörizmin NATO için "bütün biçimleri ve tezahürleriyle en doğrudan asimetrik tehdit" olarak tanımlandığı görülüyor ve terörle mücadelenin kolektif savunma için hayati olduğu belirtiliyor.
Bu noktada 2010'da yayınlanan stratejik konsept ile karşılaştırıldığında, daha önce genel çerçevede tehdit olduğu belirtilen terörizmin yeni stratejik konseptte "bütün biçim ve tezahürleri" şeklinde tanımlanarak daha ayrıntılı bir şekilde ele alınması, şüphesiz Türkiye'nin çabalarıyla mümkün oldu. Stratejik konseptin yazım aşaması, İsveç ile Finlandiya'nın üyelik süreçlerine blokaj koyma gerekçesi ve süreçte NATO Genel Sekreteri'nin Türkiye'nin terör tehdidine ne kadar fazla maruz kaldığına dikkat çekmesi gibi gelişmeler birlikte düşünüldüğünde, bundan sonra NATO içinde Türkiye'nin terörle mücadelesine önceki dönemden daha duyarlı bir zeminin ortaya çıktığı söylenebilir. Nitekim Zirve Sonuç Bildirisi'nde de stratejik konseptle benzer şekilde, terörizm bütün biçim ve tezahürleriyle bir tehdit olarak tanımlanmış, kategorik olarak reddedilmiş ve kınanmıştır.
İkili Görüşmeler
Madrid zirvesinin Türkiye açısından önemli bir boyutu da zirve marjında gerçekleştirilen ikili görüşmeler oldu. Cumhurbaşkanı Erdoğan Fransa, Romanya, İngiltere, Hollanda, İspanya, Almanya ve Avusturya liderleri dahil olmak üzere çok sayıda liderle ikili görüşme gerçekleştirdi. Bunlardan en dikkat çekici olanı ise ABD Başkanı Biden ile yaptığı görüşme oldu. Biden, Cumhurbaşkanı Erdoğan'la henüz Madrid'e hareket etmeden önce bir telefon görüşmesi gerçekleştirdi ve Madrid'te de bir yüz yüze görüşme gerçekleşti.
Görüşme sonrasında ABD tarafından yapılan açıklamada Ukrayna'daki gelişmeler, Üçlü Muhtıra ve Ege ile Suriye'deki istikrarın muhafazasına yönelik vurgu yapılırken, Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın ifadelerinden bundan daha fazlasının konuşulduğu görülüyor. Nitekim Biden'ın sonradan düzenlediği basın toplantısında Türkiye'ye yönelik F-16 savaş uçağı satışı ve modernizasyon talebini desteklediğini teyit etmesi ve Kongre'yi bu konuda ikna edebileceğini açıkça ifade etmesi öncekilerden daha yapıcı bir tutum olarak kayda geçti.
Sonuç olarak Madrid zirvesinde yaşananlar, NATO'nun yeni stratejik konseptinin içeriğiyle birlikte değerlendirildiğinde, Türkiye'nin ittifak için ne kadar kritik bir üye olduğu bir kez daha ortaya çıkmıştır. Bu nedenle kanaatimce önümüzdeki dönemde Türkiye'nin terörle mücadelede hareket alanı genişlerken, terör örgütlerinin manevra alanları daralacak; ittifak üyeleri ise Türkiye'nin hassasiyetlerini daha fazla dikkate alacaklardır.
[Sabah, 2 Temmuz 2022].