Donald Trump’ın “önce Amerika” sloganıyla ABD başkanı seçilmesi, dünyanın birçok yerinde olduğu gibi Avrupa’da da kaygıyla karşılandı. Avrupalı liderler Transatlantik ilişkilerin ve NATO’nun geleceğine dair daha fazla kuşku duymaya başladılar. Atlantik’in karşı tarafındaki gelişmeler, Avrupa açısından elbette önemli, ancak son dönemde Avrupa’nın Trump’tan daha öncelikli sorunları gün yüzüne çıktı. Avrupa’ya on yıldan uzun süredir liderlik eden Angela Merkel’in bir sonraki dönemde partisinin liderliğine aday olmayacağı açıklaması, İngiltere’nin Brexit kararıyla AB denklemi dışına taşınması ve Fransa’da (ümit vadeden lider olarak cumhurbaşkanı olduktan sonra) sarı yeleklilerin protestolarıyla imajı sarsılan Emmanuel Macron’un liderliğinin tartışılmaya başlanması, Avrupa siyasetini derin bir belirsizliğe sürüklüyor. Bu belirsizlik, İtalya’dan Avrupa’nın geneline yayılabilecek bir ekonomik kriz ihtimaliyle daha da artıyor. Türkiye’nin en önemli ticari partneri olan ve Türkiye açısından zayıf da olsa halen üyelik vizyonu sunan Avrupa’da meydana gelen olumsuz gelişmeler, Türkiye açısından da riskler oluşturuyor.
Merkel Şansölyeliği zamanında Almanya Avrupa Birliği’nde (AB) lider ülke konumundaydı ve bu süre içinde konumunu istikrarlı bir şekilde pekiştirdi. Merkel AB’nin kritik genişleme hamlelerini başarıyla hayata geçirdi ancak bu dönemde birliğe dahil olan ülkelerdeki aidiyet hissi daha önceki üyelerinki kadar sıkı olamadı. Bu durumda, bu üyelerinin bir kısmının tüm Soğuk Savaş dönemi boyunca Batı bloğunun dışında bulunmalarının da etkisi vardı. Ancak daha da önemli olan, bu ülkelerin kendileri için belirlenen “ikinci plan” rolünü kabullenmeleri karşılığında birliğe üye yapılmış olmalarıydı. Birlik bu ülkelere belirli çıkarlar sağlamaktaydı; fakat daha önceki aktörlerin dahil olduğu dönemdeki gibi bir Sovyet tehdidi algısı olmadığı için, bu üyelerin aidiyet, ortak çıkar ve dayanışma hisleri yeterince gelişemedi. Bu ülkeler aynı paydaşlık hissine sahip olamadılar. Türkiye hem nüfusu hem dinamizmi hem de birlik bölgesi haricindeki nüfuz ve etki potansiyeli nedeniyle bu ülkelerden farklılaşıyordu ve bu dönemde bilinçli olarak birliğin dışında tutuldu.
Merkel’in 2008 dünya ekonomik krizinde birliği bir arada tutabilmiş olması ve özellikle Yunanistan’ın borç krizindeki aktif tavrı, Avrupa ekonomisinin toparlanmasını ve krizin daha büyük ülkelere sıçramasını engelledi. Ancak bu politikalar İtalya ve İspanya gibi büyük aktörlerin yapısal ekonomik sorunlarına çare olamadı. Özellikle İtalya ekonomisi halen kritik sorunlarla karşı karşıya ve ortaya çıkabilecek bir ekonomik çöküş, birliğin bütününe sirayet edecek bir istikrarsızlık dalgasını tetikleyebilir. Elbette böylesi bir ekonomik krizin çok ciddi siyasi sonuçları da olacaktır. Her şeyden önce, birlik üyelerinin AB’ye inançları azalacak ve başka seçeneklere odaklanmalarına neden olacaktır. Şüphesiz böylesi bir gelişme en çok Rusya’nın işine yarayabilir. Rusya oluşabilecek bu boşlukta nüfuz alanını genişletebilir.
Merkel Almanya’nın ve AB’nin ekonomik istikrarını sağlama konusunda epey başarılı oldu ve Almanya bu dönemde uluslararası ticarette büyük rekabet avantajı kazandı, ticaret fazlası veren bir ülke konumuna geldi. Jeopolitik denklemde ise durum oldukça daha faklıydı. Merkel döneminde Almanya ve AB transatlantik denklem haricindeki jeopolitik seçenekleri gündemine aldı. Rusya ile ilişkileri geliştirmeye yönelik adımları ABD ve Polonya, İngiltere ve kısmen Fransa tarafından endişeyle takip edildi. ABD Merkel döneminde Almanya ve AB ile olan ilişkilerini mümkün olduğunca alt düzeyde tuttu. Bu dönemde hem AB hem de ABD özellikle güvenlik işbirliği alanında birbirlerine güven telkin edemediler. Ukrayna krizi sonrasında AB üyesi ülkelerin, özellikle Rusya ile komşu olan ülkelerin, Rusya’ya karşı tavrı çok daha olumsuz bir noktaya taşındı. Merkel’in belki de en büyük başarısızlığı, ekonomi alanındaki başarı hikayesini jeopolitik düzleme taşıyamamış olmasıydı. Sonuç itibariyle Almanya ve AB son on yıldır hiçbir jeopolitik krizde etkin ve belirleyici bir aktör olarak dünyaya güven telkin edip istikrar sağlayıcı bir rol oynayamamıştır. Bu durum, özellikle Birlik üyesi önemli aktörlerin jeopolitik denklemde farklı pozisyonları savunmalarıyla doğrudan ilgilidir.
BM Güvenlik Konseyi daimî üyesi olan Fransa ve İngiltere jeopolitikte ve dış politikada Birlik’ten epey farklı çizgiler benimsediler. Almanya ise askeri ve diplomatik kapasite ve etki alanının kısıtlanmış olması nedeniyle, ekonomik gücüyle orantılı bir diplomatik etki üretemedi. Sonuçta AB Suriye, Irak, Afganistan ve Ukrayna denklemlerinde oyun değiştirici hamleler yapamadı. Başarabildikleri tek diplomatik kazanım olan İran nükleer anlaşması ise ABD başkanı Donald Trump’ın hamlesi ile rafa kaldırıldı. Üye ülkelerin kendi aralarındaki farklılıklar nedeniyle AB Suriye krizinde de etkili bir aktör olarak süreci yönlendirme fırsatını kaçırdı. Dış politikada ve güvenlik konularında tutarlı bir başarı hikayesi olamayan AB’nin, uzun vadede jeopolitik denklemde oynayabileceği rol büyük ölçüde sınırlanmaktadır.
Türkiye’yi birliğe dahil etmek bu denklemi önemli ölçüde değiştirebilirdi. Genç ve dinamik nüfusu, farklı kimliği ve arka planı, AB açısından sağlayabileceği yeni açılım alanları ve etkili silahlı kuvvetleriyle Türkiye’nin üyeliği, birlik açısından yeni imkanlar doğurabilirdi. AB ve Merkel Türkiye’yle muhatap olduğunda imkanları değil riskleri görmeyi ve bu riskleri denklemin dışında tutmayı tercih etti. Türkiye’nin birliğe dahil olması, AB içinde yeni tartışmalara neden olarak birliğin kurumsal ve normatif yapısının tahkim edilmesini sağlayabilirdi; ancak çok önemli bu husus ötelendi. Sonuçta AB korkularının esiri olarak Türkiye’yi dışlamayı tercih etti. Bu tercihin uzun vadede Birlik açısından ne kadar büyük bir maliyetinin olduğunun farkına varacaklar; ancak mevcut durumda bu maliyeti tespit edebilecek bir liderlik perspektifi yok.
Fransa kendi iç sorunları, ekonomik durağanlığı ve daha kapsayıcı bir siyasi sistem oluşturma konusunda yaşadığı sıkıntılar nedeniyle denklemde ikinci plana itildi. Özellikle Sarkozy’nin cumhurbaşkanlığı döneminde Fransa, yeniden büyük güç olma hayaliyle sorumsuzca bazı adımlar attı. Bu adımlar ne AB’nin çıkarlarına hizmet etti ne de Fransa’yı jeopolitik denklemde hayal ettiği merkezi konuma getirebildi. Tam tersine, Sarkozy’nin saldırgan ve uzlaşmaz tavırları Birlik’in diğer üyelerinde olumsuz bir etkiye yol açtığı gibi, Birlik dışındaki ülkelerde de güven hissi uyandırmadı. Sonuçta Sarkozy sonrasında Fransa daha dışlayıcı, nobran ve aynı zamanda retorik odaklı bir aktör haline dönüştü.
Sarkozy’den sonra cumhurbaşkanı olan François Hollande, daha çok Sarkozy döneminde Fransa iç siyasetinde oluşan enkazı yönetmeye çalıştı. Hollande’ın daha kapsayıcı yaklaşımı, kısmen Fransa’da yaşanabilecek iç gerilimleri öteledi; ancak yapısal sorunlar bu dönemde çözülemediği için, Emmanuel Macron döneminde sarı yeleklilerle yeniden gün yüzüne çıktı. Transatlantik bağları güçlendirerek Fransa’yı yeniden dünya siyasetinin merkezine taşımayı hayal eden Macron, yeniden iç siyasetin hassas denklemine sıkıştı. Macron’un etkili bir siyasetçi olarak rüştünü ispat edebilmesi için, öncelikle Fransa’nın iç gerilimini yatıştırması ve kalıcı çözüm bulması gerekiyor. İç gerilimleri devam ettiği müddetçe Fransa dış denklemde hayal ettiği rolü oynayamayacaktır. Fransa her ne kadar Suriye konusunda etkili bir politika belirleme çabası içinde olsa da, ABD’nin Suriye’den çekilme kararı, mevcut durumda Fransa açısında yeni bir açılım alanı oluşturamamaktadır. Bu yönüyle Macron’un Suriye konusundaki açıklamalarının retorik düzeyin ötesine geçmesi zor.
AB’nin gönüllü “dış kapı aktörü” konumunda olan İngiltere ise Brexit kararıyla tamamen denklemin dışına itildi. İngiltere’nin diplomatik gündemi, önümüzdeki dönemde Brexit kararının ne şekilde hayata geçeceğiyle meşgul olacaktır. Bu süreçte İngiltere’nin Avrupa siyasetini etkileme imkânı çok daha sınırlı hale gelmiş oldu. Daha önceleri ABD ile var olan özel ilişkisi, ABD’nin İngiltere üzerinden Avrupa siyasetine nüfuzunu sağlıyordu. Brexit sonrası İngiltere ABD açısından önemli bir partner olmayı sürdürecek, ancak eski önemini kısmen yitirmiş olacaktır. İngiltere’nin de yakın dönemde kendi gündemini aşarak uluslararası siyasete yön verici hamleler yapmasını beklemek güç. İngiltere bu konumuyla, ancak önemli bir büyük gücün yanında bulunmak suretiyle etki üretebilir. Rusya ve Çin ile ilişkileri gerilimli olan bir İngiltere, ABD açısından da ihmal edilebilir bir aktör konumuna gelebilir.
Dünya siyasetinin ve jeopolitik dengelerin yeniden şekillendiği bir dönemde Avrupa’nın denklemin etkisiz bir aktörü haline gelmiş olması oldukça talihsiz bir gelişmedir. Üstelik Avrupa’ya yaklaşık on yıldır liderlik eden Alman Şansölyesi Angela Merkel’in de siyaset sahnesinden çekilme kararı daha da kaygı verici bir gelişmedir. Almanya’da Merkel’in yerine kim geçerse geçsin, Merkel’in 14 yıldır oluşturduğu etki düzeyine kısa sürede ulaşması mümkün olmayacaktır. Macron’un iç siyasetteki patinajı ise kendi siyasi kariyerinin sonunu getirebilir. Lidersiz ve vizyonsuz bir AB dünya siyasetinde önemli bir boşluk doğuracaktır. Bu boşluk ve muhtemel istikrarsızlık alanı Türkiye açısından da önemli riskler barındırmaktadır.
[AA, 10 Ocak 2019].