SETA > Yorum |

Kuzey Irak'la Tehditler ve Kırmızı Çizgiler Arasına Hapsolan Siyasetimiz

Türkiye son dört yılda dış politikada belli açılımları gerçekleştirdi. Türk dış politikasının son dönemdeki hareketli seyrinin Irak’ın işgali ile oluşan yeni durumun dayattığı mecburi gündem ve imkânlarla da doğrudan alakası var. Mesele Türkiye’nin bu yeni imkanların ne kadarını kendi iradesi dahilinde, ne kadarını ise ABD’nin oturtmaya çalıştığı “yeni güçler dengesi” çerçevesinde kullanabildiğidir.

Türkiye son dört yılda dış politikada belli açılımları gerçekleştirdi. Türk dış politikasının son dönemdeki hareketli seyrinin Irak’ın işgali ile oluşan yeni durumun dayattığı mecburi gündem ve imkânlarla da doğrudan alakası var. Mesele Türkiye’nin bu yeni imkanların ne kadarını kendi iradesi dahilinde, ne kadarını ise ABD’nin oturtmaya çalıştığı “yeni güçler dengesi” çerçevesinde kullanabildiğidir.

Türkiye’nin bulunduğu coğrafyada kendi iradesiyle tayin edeceği siyasetin anahtarı, kendi halkıyla ve komşularıyla başka başkentler üzerinden konuşmamayı öğrenmesine ve devlet kurumlarının kronikleşen korumacı reflekslerini aşarak yeni gerçekleri algılayabilmesine bağlıdır. “Kırmızı çizgiler”, “pozisyonlar”, “güçler dengesi” ve “tehdit algılamaları” söylemleri Türkiye’nin bölgeye dair yaklaşımını kısırlaştırmaktadır. Türkiye’nin Irak’la ilgili siyasetinde benimsediği dil, birbiriyle çatışmayan ve farklı düzeylerde paralel giden çok boyutlu, yapıcı bir siyaset dili olmak zorundadır. Irak işgali öncesi Amerika ile birlikte hareket etmemiz gerektiğini savunanlar, bugünlerde Türkiye’nin Irak’ta kendi iradesiyle çizmeye çalışacağı yol haritasından da en fazla rahatsız olanlardır. Bu haritanın en can alıcı mevkisi elbette Kuzey Irak’tır. I. Körfez Savaşı sonrası de facto Kürdistan Bölgesel Yönetimi (KBY) olarak şekillenen ve işgal sonrası federatif statüye kavuşan Kuzey Irak, Türkiye’nin hem iç politikasını hem de bölge politikasını doğrudan etkileme gücüne sahiptir. Irak içerisinde en fazla akrabaya sahip olduğumuz bu bölge ile işgal öncesi 12 yıl boyunca oldukça yoğun ilişkilerimiz bulunmaktaydı. Irak işgaline kadar sivil ve askeri bürokrasinin her düzeyindeki aktörlerle yoğun bir şekilde görüşen Kuzey Irak Bölgesel Yönetimi’nin şu anda Ankara’da muhatap alınmaması, Türkiye’nin kendi siyasetinin alanını daralttığının bir göstergesidir.

Irak işgali sonrası ortaya çıkan tabloda merkezî bir Bağdat yönetiminin kuvvetli olma ihtimalinin ortadan kalktığını gördük. Zaten Irak anayasası da benzer bir yönde, oldukça zayıf bir merkezî yönetim ve federatif yapı(lar) şeklinde oluşturuldu. Saddam’ın Kürt hâkimler tarafından yargılanıp Şiilerce idam edilmesinin görüntüleri aynı zamanda Irak’ın da sona erdiğinin görüntüsüydü. Bu gerçek, Türkiye’de ve dünyanın birçok bölgesinde tam olarak algılanamadı. Hal bu iken Türkiye’nin hesaplarını sadece merkezî hükümet ve Türkmen siyaseti (Kerkük) üzerinden yapması gerçekçi durmamaktadır. İşgal sonrası İran destekli Şiiler ile özerkliğini 1991 sonrası olgunlaştırmış Kürtler, kendi pozisyonlarını Saddam kalıntısı güçler ile Sünni Araplar karşısında birleştirmekte gecikmediler. Şiiler Bağdat’ta, Kürtler ise Kerkük’te hâkim güç olma hedeflerini gündemlerinin birinci maddesi yaptılar. Bağdat hem şehrin büyüklüğünden, hem de muhalif Arap-Sünni grupların ve farklı örgütlerin silahlı gücünden dolayı kan gölüne dönerken; Kerkük, bulunduğu coğrafi bölge ve KDP-KYP dışındaki grupların silahlı gücü olmamasından dolayı Bağdat’a göre nispî bir istikrar havası içerisinde kaldı. Bütün bu gelişmeler yaşanırken Türkiye Bağdat’taki ateşin daha fazla büyümesini engellemek üzere Sünnilerin siyasi sürece dâhil edilmesi için elinden geleni yaptı.

Öte yandan, Amerika’nın mezhepçilik üzerinden devam eden iç savaşa başından beri seyirci kalması, böyle bir sürece dolaylı destek vermesi anlamına da gelebilir. İslam dünyasının göbeğinde böylesi bir çatışma alanının hem psikolojik hem de siyasi rantı Amerika’nın önceliği haline dönüştü. Hatta Amerika, yer yer Türkiye’nin Sünni Arapların yanında, İran karşıtı bir pozisyona oturmasından; ileride doğacak daha derinlikli ve bölgesel bir Şii-Sünni geriliminde taraf görünme ihtimalinden de hoşnut oldu. Bu çerçevede İran ile yaşanan nükleer gerilimin aslında çıtanın yukarıya konulduğu sert bir pazarlık süreci olduğunu ve bu gerginliğin ileride Amerika-İran uzlaşısına gitme ihtimalini hesaba katarsak, Türkiye’nin Irak politikasının ne Sünni Araplara, ne Türkmenlere, ne de Kerkük veya Kürdistan meselesine odaklanmaması gerektiğini söyleyebiliriz. Bu meyanda İran’ın, Amerika’nın kullandığı etnik-mezhepçi siyasetten fazlasıyla memnun olduğunun altını çizmemiz gerekiyor. İran bugün itibariyle Şii bölgesinde ağırlığını koyarken; Kürt bölgesinde ise ince gücünü sonuna kadar kullanıyor. Bu yöndeki en önemli göstergelerden birisi, İran’ın Kuzey Irak’a yönelik vize rejimidir. İran Kürt bölgesine vize uygulamamakta, her türlü ulaşım kolaylığını sağlamaktadır. Türkiye ise Habur kapısından günlük sadece 10 vize (5’i Türkmenlere) vermektedir. Bu bile tek başına bölgeye yaklaşım farklarını izlemek açısından yeterlidir.

Irak meselesi ve işgalin doğurduğu sonuçlar bu denli derin ve karmaşık iken, Türkiye’nin Irak politikasını Türkmenler üzerinden inşa etmeye çalışan anlayışının geçen senenin sonlarına doğru zayıfladığına ve daha şümullü bir yaklaşımın hâkim olmaya başladığına şahitlik ettik. Lakin son 6 aydır bu politika yeni bir kırmızı çizgiye odaklanmaya başladı. Türkiye’de art arda yapılan Kerkük konferansları, ulusalcı akımların Kürt düşmanlığı ile bilenmiş Kerkük söylemleri, Barzani isminde sembolleşen Kürd(istan) düşmanlığı, DTP ve Öcalan tarafından dillendirilen “KDP ve KYP haindir” söylemleri, Kuzey Irak’tan gelen tahrik edici demeçler ve PKK’yı Türkiye’de unutup Kandil’de defterini dürmeyi düşünen kolaycı yaklaşımlar eşliğinde nur topu gibi yeni bir kırmızı çizgimiz oluverdi: Kerkük ve Kürdistan! Tamamen psikolojik harp düzeyinde devam eden bu tartışmalar ve atışmalar hiçbir rasyonel dış politika açılımına yardımcı olmazken, ülke içi ve sınır ötesi kinin bilenmesinden başka bir şeye de yaramadı. Arka bahçemizdeki meselenin muhataplarına mesaj vermek için gerek sivil gerekse askeri yetkililer Washington’un yolunu tutar oldular. Kerkük’le, Erbil’le Washington üzerinden konuşmaya çalışma garabeti ortalığı kasıp kavurdu. Sonuç, MGK kararı ile “diyalog ve müzakere” oldu. İmza sahiplerinin bazıları, toplantının üstünden daha bir hafta bile geçmeden “biz görüşmeyiz” tavrını yinelediler. Nihayetinde Kuzey Irak’la ilişkiler “olumlu bir MGK kararı” ile “irrasyonel çıkışlar ve sonuçları” arasına sıkışıp kaldı.

Kuzey Irak’ın Gerçekleri ve PKK

Süreç içerisinde Kuzey Irak’la ya da KBY ile doğrudan görüşme meselesinde ilginç birliktelikler oluşuverdi. DTP, Abdullah Öcalan, Edip Başer, TSK, ulusalcılar, medya ve hükümetten bazı isimler bir cenahta; Başbakan, Dışişleri Bakanı başka bir cenahta pozisyon aldılar. Meselenin özü unutulup, tartışma “görüşürüz, görüşmeyiz” psikolojik eşiğine takılıp kaldı. İşin ilginci, en fazla “biz görüşmeyiz” diyenlerin senelerdir “görüşmek istemedikleriyle” görüşüyor olması; “görüşürüz” diyenlerin hiç birisinin ise “görüşmek istedikleriyle” bir kez bile muhatap olmamış olmalarıydı. Kürt liderlerle Türkiye adına en yoğun ilişki trafiğini 1991’den bu yana bizzat TSK’nın kendisi yürütmekteydi. Medyamızda arz-ı endam eden Talabani’nin, Barzani’nin Ankara görüntüleri bir film setinde çekilmedi; Ankara’daki toplantı çıkışlarında alınan görüntülerdi. 1990’larda KDP Amerikan askerleriyle beraber Kolombiya’daki FARC-EP gerillalarıyla savaşmıyordu; TSK’nın imdatlarına yetişmesiyle PKK’ya karşı çarpışıyorlardı. KBY ile tüm bu gelişmeler yaşanmamış gibi davranarak ilişkileri sıfırdan başlatıp tehditkâr bir dil kullanmak, Türkiye’nin ulusal ve bölgesel çıkarlarıyla da çelişmektedir.

Irak’ta, özellikle de Kuzey Irak’ta yaşanan her gelişme Türkiye’yi doğrudan etkileme potansiyeline sahiptir. Kuzey Irak’ın bizim arka bahçemiz olduğunu, mukimlerinin akrabalarımız ve kardeşlerimiz olduğunu unutarak dillendirilen her söylem, sorunu daha fazla büyütmektedir. 1980’lerde inkâr politikalarıyla Türkiye Kürtleri, PKK gibi, Kürtlerle en son sosyolojik ünsiyet kuracak bir örgütün toplumsal tabanı haline getirildi. Bugün izlenen Kuzey Irak siyasetiyle de Kürtler uzun vadede Türkiye aidiyetini kaybedecek bir siyasi kıvama gelebilirler. Dün Kuzey Irak Kürtlerine “iyi Kürt”; kendi Kürtlerimize “kötü Kürt” muamelesini uygun görenler; bugün sadece “kötü Kürtler” siyasetiyle ülkemizin toplumsal yapısını dinamitleyecek adımlar atmaktadırlar. Bu topraklarda ilk kez Müslüman tebaadan iki kesim etnik antagonizma üzerinden birbirine kin besler duruma getirilmiştir.

Halen kendi kurumsal yapısı ve güvenliğini tam olarak tesis edemeyen ve iç savaş tehdidini yoğun olarak yaşayan Kuzey Irak Bölgesel Yönetimi’nin bu aşamada PKK’ya karşı herhangi bir operasyonda bulunmasını beklemek gerçekçi görünmemektedir. Kuzey Irak Bölgesel Yönetimi kendi güvenliği açısından da PKK’yı doğrudan karşısına alacak tavırlardan kaçınacaktır. Türkiye, Kuzey Irak Bölgesel Yönetimi’ni bu konuda tehdit etmek yerine ortak tavır geliştirme konusunda ikna etmelidir. KDP ve KYP’ye bağlı peşmergeler PKK’yı ortadan kaldıracak güce ve ağır silahlara sahip olmayabilirler; ancak, PKK ile mücadele ettiklerine dair somut adımlarla Türkiye’yi ikna etmek durumundadırlar. Kuzey Irak Bölgesel Yönetimi’nin bu konuya duyarsız kalıyormuş gibi bir görüntü çizmesi, Türkiye’de farklı algılanmakta ve bölgesel yönetime dair olumsuz havayı beslemektedir.

Kerkük

Kerkük meselesi, Kürt Sorunu-PKK-Irak üçgeninde Türkiye’nin siyasi ve psikolojik eşiği haline gelmektedir. Yeni bir psikolojik eşiğin oluşmasını engellemek üzere gerekli diyalog zemini hızla oluşturulmalıdır. Kerkük sorununun farklı dinamiklerinin yanında en can alıcı noktası, bu sene içerisinde yapılacak olan ve Türkiye’deki genel seçimlerin tarihine de denk gelen referandumdur. Irak anayasasının 140. maddesi uyarınca referandumdan önce normalleşme ve nüfus sayımlarının yapılması gerekmekte. Şu anda normalleşme sürecinin %5’ten az kısmı tamamlanmış durumda; bu ise teknik gerekçelerle ve Anayasanın 140. maddesi uyarınca referandumun ertelenmesini sağlayabilir. Bu konuda Türkiye’nin baskıları Irak’ın içişlerine müdahale olarak algılanacağından, Türkiye gerekirse normalleşme sürecinin hız kazanması için her türlü desteğe açık olduğunu belirterek soruna müdahil olmayı da denemelidir. Normalleşme sürecinde şeffaf uluslararası aktörlere daha aktif destekte bulunmak da bir alternatif olarak ortaya konmalıdır. Kerkük meselesi kırmızı çizgiler arasına hapsedilmemelidir. Tarafların altta yatan isteklerini tatmin edecek müzakere alanı halen mevcuttur ve bu müzakere alanı rasyonel bir diplomasiyle kullanılmalıdır. Gerginlikten bölge aktörlerinin fayda sağlamayacağı bilinmektedir. Bir gerginlik durumunda ise Kerkük’ün bölge dışı müdahalelere de açık hale gelebileceği hesaba katılmalıdır.

Referandumun ertelenmesi için Türkiye’nin üç boyutlu bir siyaset izlemesi gerekmektedir. Birinci boyut, ülke içerisindeki gergin psikolojik havanın yatıştırılması olmalıdır. Bu psikolojiyi Türkiye’nin tek başına yatıştıramayacağı aşikardır. Türkiye komşusu Kuzey Irak ile uygun kanallardan diyalog zeminini genişleterek, ülke içindeki psikolojik havanın olumlu bir şekilde değiştirilmesi için çalışmalıdır. Kerkük, Türkiye açısından bir ölüm kalım meselesi değildir. Kerkük, Bağdat’a bağlanması durumunda Şiilerin, dolayısıyla İran’ın daha fazla söz sahibi olduğu bir yer haline gelecektir. Ancak, Kerkük Kuzey Irak Bölgesel Yönetimi’ne dâhil olursa, Türkiye bu alanda daha fazla söz sahibi olabilir. Kerkük’te asıl mesele petrol ile ilgili değildir; zira petrol yasa tarsısına göre tarafların Kerkük petrollerinden alacakları (nüfus yoğunluğu ilkesiyle) yüzdeler belli olmuştur. Bunların dışındaki seçenek ise Kerkük’ün Bağdat’a bağlı bir şekilde özerk bölge haline gelmesidir ki bu da elbette mümkündür. Lakin bu ihtimalin hayata geçmesi için harcanması gerekecek çaba ve muhtemel siyasi maliyetler oldukça ağır olabilir. Şiiler ve Kürtlerin anlaştığı bir denklemi Irak’ta tersine çevirmek kolay olmayacaktır.

Anayasanın 140. maddesinin ilk aşaması olan normalleşme sürecinin de temelde üç ayağı bulunmaktadır: Saddam tarafından şehre yerleştirilen Arapların şehri terk ederek geldikleri bölgelere geri dönmeleri; daha önce Kerkük’te olup da yerlerinden edilen Kürt ve Türkmenlerin şehre dönmesi ve arsa ile mülklerinin iade edilmesi ve son olarak Kerkük’ten koparılan Kerkük’ün çevre köylerinin yeniden şehre entegre edilmesi. Şu anda arsa ve mülklerin iadesiyle ilgili 60 binin üzerindeki davanın ancak %5’i gündeme alınmış durumda olduğundan, tüm veriler normalleşme sürecinin varsayılandan daha uzun süreceğini gösteriyor.

Bazı Türkmen yetkililerin Kürtlerin Kerkük’e 600 bin Kürt’ü yerleştirdiğine dair iddiaları bulununor. Kürtlerin Kerkük’e belli oranda göç hareketi başlattıkları doğrudur. Türkmenlerin dışındaki kaynaklar bu rakamın 100-200 bin arasında olduğunu tahmin ediyorlar. Kürtler ise 80-120 bin civarında Kürt nüfusun şehre göç ettiğini belirtiyorlar. Nüfusu bir milyonun biraz üzerinde olan Kerkük’ün altyapısı ise böyle bir göçe müsait değil ve Erbil ve Süleymaniye gibi çok daha istikrarlı ve güvenli şehirler varken, insanları adeta patlamaya hazır bir bomba haline dönen Kerkük’e göç ettirmek çok kolay olmasa gerek. Türkmenlere karşı soykırım yapıldığı iddiası da Türkiye ile Kuzey Irak Bölgesel Yönetimi’nin ilişkilerini germekte. Ancak şu da bir gerçek ki, bölgedeki zengin ve eğitimli Türkmenler ve Araplar, hatta bazı Kürtler, güvenlik problemi ve gerginliklerden dolayı daha güvenli bölgelere veya Irak dışına göç ediyorlar. Kerkük’te normalleşme sürecinin güvenlik ve istikrar tesis edilmeden sağlanamayacağı anlaşılmak zorundadır. Benzer tepkileri KBY’yle işbirliği yapan Türkmenlerden de duymak mümkün. ITC’nin ilk kurucularından olan ve şu anda farklı partiler altında Kürdistan bölgesinde temsil edilen Türkmenler de bir an evvel normalleşme sürecinin tamamlanmasını arzu ediyorlar. Hatta ateşli bir şekilde Kürdistan bölgesine dâhil olmak için çabalıyorlar.

Kerkük’ün belki de en göze çarpan özelliği çok kültürlü kimliğidir. Şu anki görünümüyle Kerkük ne bir Kürt şehri, ne de Türkmen veya Arap şehridir. Sokaktaki ortalama bir vatandaş iki dili; hatta çoğunlukla Türkçe, Kürtçe ve Arapçayı konuşuyor. Halkların birbirlerine bakışları oldukça kardeşçe olup, yüzyıllar boyu yapılan evlilikler ve ortak işler etnik ayrımların ve sınırların muğlâklaşmasına neden olmuştur. Tüm bu gözlemler ışığında Kerkük’e etnik ve mezhepsel ayrımlar üzerinden giydirilmeye çalışılan çerçevelerin, gerilimin daha da tırmanmasına neden olacağını söylemek güç değil.

Normalleşme tamamlanabilirse, etnik kökler bağlamında bir nüfus sayımı yapılması, ister istemez ayrılıkları körükleyerek çok kültürlü yapıya olumsuz etkilerde bulunacaktır. Kuzey Irak Bölgesel Yönetimi de Kerkük’ün kendi kırmızı çizgileri olduğunu ve bu konudaki dış müdahaleleri düşmanca algıladıklarını net bir şekilde ifade ediyorlar. Kerkük’le ilgili tüm bu gelişmeler bir arada düşünüldüğünde, oldukça muğlak süreçler ve yapılması gereken işler olduğu halde bu kadar net kırmızı çizgilerle pozisyonların ortaya konulmuş olması, tarafların soruna sağduyuyla yaklaşmadığının bir göstergesidir. Kerkük konusundaki oldubittiler ve tehditkâr söylemler çatışma riskini de gündeme getirebilir. Mesele kırmızı çizgiler aşılarak düzeltilmesi gereken ortak bir sorun olarak algılanabilirse, tarafların tümünü değişik açılardan tatmin edecek çıkış yolları bulunabilir. Karşılıklı iyi niyet ve sağduyu olursa ve dış aktörlerin olumsuz müdahaleleri izale edilebilirse, Kerkük’te müzakere için oldukça açık bir alan mevcuttur.

Son tahlilde, Kuzey Irak ile Türkiye arasında anlaşma alanları çatışma alanlarından çok daha fazladır. Karşılıklı siyasi adımlar atılıp, psikolojik bariyerler ortadan kaldırılırsa, tarafların her açıdan verimli bir gelecek tasavvur etmeleri mümkündür. Zaho-Kerkük yolu boyunca dizilmiş Türkçe reklâm tabelalarının sayısının Ankara-İstanbul arasında görülen Türkçe reklâmlardan birkaç kat daha fazla olması bile gerginliğin iki tarafa da fayda getirmeyeceğinin bir delilidir. Türkiye Kıbrıs politikasını psikolojik bir eşik haline getirerek 30 yıl kaybetti, “yeni Kıbrıs’ımız Kuzey Irak” olmasın!  

,Anlayış- Nisan 2007