Türkiye’de siyasetin gündemini bir süredir Cumhurbaşkanı ve AK Parti Genel Başkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın partisine yönelik “metal yorgunluğu” eleştirileri belirliyor. Eleştiri kapısının açılmasıyla AK Parti’nin probleminin ne olduğu konusunda kamuoyunda farklı yorumlar ortaya çıktı. Problemin ne olduğu konusundaki yorumlar, doğal olarak, olası bir çözümün de ne olması gerektiğine işaret ediyor.
Örneğin, liberaller AK Parti’nin sorununun partinin ilk dönemindeki “reformist” çizgisini terk etmesi olduğunu iddia ediyor. Son 15 yılda muhafazakâr kesimde yaşanan sosyolojik dönüşümün –bireyselleşme, şehirleşme, vb. Gibi– bu sorunu daha da akut hale getirdiğini ileri sürüyorlar. Buna göre, partideki sorunun çözümü, iç politikada uzlaşmacı ve “demokratik açılım” gibi reformist ve özgürlükçü politikalara dönmek, dış politikada ise AB yörüngesinde Batıcı politikaları kucaklamak.
AK Partili “muhalifler” de partinin sorununu, liberallerle benzer şekilde, partinin mevcut siyasi çizgisinde buluyor. “Yerli ve milli” siyaset ifadesinde somutlaşan bu çizgiye karşı ilk döneme damgasını vuran uzlaşmacı, reformist, özgürlükçü ve kucaklayıcı bir siyasetin partinin sorunlarını çözeceğine inanıyorlar. Aynı zamanda, parti teşkilatlarında ve vitrininde, “trol” olarak adlandırdıkları figürlerin yerine daha “ehil” şahısların –yani kendilerinin– ön planda olması gerektiğini de ekliyorlar. Ayrıca kısık sesle de olsa Erdoğan’ın parti içerisinde çok fazla ön plana çıkmış olmasının da bir sorun olduğunu dillendiriyor ve partinin zirvesinde bir güç paylaşımının gerekli olduğuna vurgu yapıyorlar.
Muhalefet ise, uzun süredir AK Parti’nin sorununun “tek-adam yönetimi,” “otoriterlik” ve “kutuplaştırıcı” siyaset olduğunu dile getiriyor. Bu söylemleri canlı tutmakla beraber muhalefet, bu tartışma kapsamında AK Parti’nin –16 Nisan referandumuna atıfla– düşüşe geçmiş olmasından kaynaklanan bir moral bozukluğu içerisinde olduğu tezini işliyor. Buna göre, AK Parti’nin temel sorunu siyasette psikolojik üstünlüğünü kaybetmesi ve bunun partide bir panik durumu yaratmış olması. Muhalefetin bu soruna çözüm önerisi ise oldukça aşikâr: Ülkede iktidarın bir an önce el değiştirmesi.
Tüm bu eleştirilerin verdiği mesaj aslında çok açık: “AK Parti ülkeyi yönetmesin, Cumhurbaşkanı Erdoğan da ülkeye ve AK Parti’ye liderlik etmesin.” Keza, AK Parti’ye “İlk dönemine geri dön” demek, “Henüz tam anlamıyla iktidar olmadığın zamanlara dön” demekten başka bir şey değil. Ayrıca, Cumhurbaşkanı Erdoğan’a da ilk dönemde olduğu gibi “iktidarı paylaş” mesajı veriliyor. Dolayısıyla, reformist çizgiye dönülmesi çağrısı, AK Parti’nin ülkede iktidarını daha da genişletmesi ve derinleştirmesi hedefine yönelik olmaktan ziyade, iktidarın AK Parti tarafından kullanılmamasına yönelik. Hal böyleyken, bu çağrıyı yapanların şu soruya cevap vermesi gerekiyor: İktidar mücadelesinin belirlediği siyaset alanında bir siyasi aktör, iktidarını genişletmeye ve derinleştirmeye yaramıyorsa bir çağrıya neden kulak versin? Şayet bu çağrı AK Parti’ye yönelik değilse, kime yönelik bir çağrıdır? Daha da ötesi, AK Parti iktidardayken, nasıl olur da iktidarda değilmiş gibi bir siyaset takip edebilir ve neden etsin?
Liberallerin böyle bir çağrı da bulunması çok doğal. Çünkü bir yandan iktidar olgusuna alerji duyan anti-politik, diğer yandan da çoğulcu ve uzlaşmacı bakış açısıyla iktidarın paylaşılabileceğine inanan naif bir çizgileri var. Liberallerin bazılarının ise daha da öteye giderek, dindar-muhafazakârları iktidara yeterince layık görmediklerini de ayrıca belirtmek gerekir.
AK Partili muhalifler açısından ise bu çağrının oldukça stratejik ve işlevsel olduğunu teslim etmeliyiz. Kendilerine alan açmak için böyle bir söylem tutturmuş olmaları siyaseten anlaşılabilir bir durum. Ayrıca, malum çağrıyı sadece AK Parti’ye değil, partileriyle arasını açmaya çalıştıkları AK Parti seçmenine ve ülkenin bağımsızlıkçı politikalarından rahatsızlık duyan bazı ulusal ve uluslararası çevrelere yaptıklarını da not etmek gerekiyor. Renksizliğin bir siyaset olarak sunulmasına şahitlik etmekteyiz. Muhalefetin tavrı ise, hala iktidarı gelip kendisinin alması gerektiğini anlayabilmiş olmadığını gösteriyor. Görülen o ki, muhalefet kanadında siyasete dışarıdan mucizevi bir müdahale olur beklentisi hala canlılığını sürdürüyor.
‘AŞIRI KURUMSALLAŞMA’ SORUNU
Peki, Cumhurbaşkanı Erdoğan sorunu nasıl görüyor ve buna yönelik nasıl bir çözüm önerisi sunuyor? Öncelikle birkaç noktanın altını çizmeliyiz. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın açıklamaları partinin bir düşüş içerisinde olduğu izlenimini yaratmıyor. Yapılan anket araştırmaları AK Parti’nin oy oranında olumsuz bir değişim olmadığını gösteriyor. Ayrıca, 16 Nisan halk oylaması sonuçları AK Parti’de iddia edildiği gibi, özellikle Mart 2019’daki yerel seçimlerde metropoller göz önüne alınarak, bir panik havası yaratmış değil. Çünkü AK Parti karşısında nerdeyse tüm siyasi parti ve grupların birleşmesine imkân sunan bir oyunun oynandığı 16 Nisan halk oylamasında elde edilen sonuç AK Parti açısından net bir başarıydı. Önümüzdeki yerel seçimlerde başka bir oyunun oynanacağı parti tarafından çok iyi biliniyor.
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın ne yapmaya çalıştığı ise aslında çok açık. 16 Nisan’da Cumhurbaşkanlığı sistemine geçişle birlikte siyasi mücadelenin kurallarının tamamıyla değiştiğinin farkında ve bu farkındalığın partisine de tam olarak hâkim olmasını istiyor. AK Parti’nin yeni siyasi düzende iktidar olabilmesi için oylarını mevcut oranının üstüne çekmesi gerektiği –yüzde 50+1– mesajını veriyor. Bununla birlikte, Cumhurbaşkanı Erdoğan AK Parti’nin toplumla kurmuş olduğu bağın görece zayıflamasının bu amaca hizmet etmeyeceğinin de farkında. Buna sebep olarak, parti teşkilatlarında sadece şahıslardan kaynaklanan problemleri değil, kurumsal problemleri de dillendiriyor. Özellikle dava bilinciyle hareket edilmemesine veryansın ediyor. Daha da somutlaştıracak olursak, AK Parti’nin tam anlamıyla bir siyasi partiye dönüşmüş olmasından şikâyet ediyor. Bazıları bu ifadeyi çelişkili bulabilir ve şunu sorabilir: Bir siyasi parti lideri partileşmeyi neden problem olarak görsün ki?
Meseleyi açacak olursak, kurumsallaşma, toplum açısından her zaman ikircikli bir durum ortaya koyar. Kurumsallaşma, şahısların ön planda olduğu düzenlerin keyfiliği ve tahmin edilememezliği karşısında olumlanmaktadır. Ancak öte yandan kurumsallaşma, bireyler arası ilişkileri karşılıklı şahsi çıkar zeminine ve şahısların birbiriyle olan bağını işlevsellik noktasına çektiği için de eleştirilmektedir. Bireyselliğini ve şahsi çıkarlarını bir kenara koyarak fedakârlık yapmak, kurumsallaşmış bir yapı içerisinde gözlemlenebilen bir durum değildir. Dolayısıyla, toplumsal kolektif yapılar kurumsallaştıkça dava bilincinin zayıflaması, karşılıklı çıkar ilişkilerinin ön plana çıkması gibi sonuçlar doğurur. Meselenin ironik tarafı ise, daha etkin ve muntazam bir şekilde işleyen bir düzen arayışının vardığı noktanın yabancılaşma olmasıdır. Kolektif yapının soğuk bir mekanizmaya dönüşerek kişiler arasındaki bağın işlevsellik üzerine kurulması, doğal olarak kişilerin birbirine, kolektif yapının bütününe ve kolektif yapının başlangıçta kendine koymuş olduğu hedefe, yani davaya yabancılaşması sonucunu doğurur.
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın eleştirisi tam da bu noktada kendisini göstermektedir. Yani eleştirisinin –belki de öz eleştirisinin demek daha doğru olur– odağında AK Parti’nin kurumsallaşarak mekanik bir yapıya dönüşmüş olması vardır. Bu yabancılaşma eleştirisi özellikle, çevreyi merkeze taşıma misyonuyla siyaset yapan bir parti için çok daha büyük bir tehdit oluşturmaktadır. Çünkü siyasette dönüşüm arzulayan bir siyasi partinin bir partiden ziyade, popülist bir hareket özelliği göstermesi gerekir.
YATAY YAPILANMA
Peki, popülist hareketlerin belli başlı özellikleri nelerdir? Popülist hareketlerde birinci olarak, duygular ve dayanışma ön plandadır. Kişileri birbirine bağlayan ve eklemleyen karşılıklı çıkarlardan ziyade, ortak talepler ve hedeflerdir. Başka bir ifadeyle, şahsi çıkarlar üst ve yüce bir hedefte bir araya gelirler. İkinci olarak, hareketin içinde olanlarla dışında kalanları ayıran çizgi olabildiğince geçirgendir. Dolayısıyla, harekete sürekli katılımlar mümkündür ve sınırları sürekli dışarıya doğru genişleyebilir. Üçüncü ve son olarak, hareketin bünyesi katı bir hiyerarşiden daha çok, yatay bir şekilde organize olur. Hareketin tepesi ile tabanı arasındaki mesafe olabildiğince dardır. Mensupları arasında iktisadi ve sosyo-kültürel farklılaşmalar üzerinden kategorik ayrışmalar söz konusu değildir.
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın AK Parti’ye yönelik eleştirisinin özünü, partinin popülist bir hareketten kurumsallaşmış bir partiye dönüşmüş olması oluşturmaktadır. Cumhurbaşkanı Erdoğan, dava bilincinin kaybolmasından dolayı rahatsızlık duyduğunu dile getirmektedir. Yani, kişileri birbirine bağlayan şeyin artık ortak talepler ve hedefler olmadığından, karşılıklı şahsi çıkarlar olduğundan şikâyet etmektedir. Bunun kontrolden çıkması ve yozlaşması, yerelde yolsuzluk, adam kayırma ve dışlamayı beraberinde getirmektedir. Dolayısıyla, yeni hükümet sistemine geçilmişken partinin toplumsal alanda oy tabanını genişletmesi gerekirken, tam tersi yönde hareket ederek dışarıyla sınırlarını kalınlaştırmaktadır. Ve son olarak, partinin kendi bünyesinde bir hiyerarşinin oluştuğu gözlemlenmektedir. Partinin üst tarafı özellikle iktisadi açıdan sınıf atlarken, taban büyük ölçüde yerinde saymaktadır. Bu da, tepe ile taban arasında sosyolojik ve psikolojik bir kopuşa zemin hazırlamaktadır.
Sonuçta, çok iyi işleyen bir parti mekanizmasının varlığı söz konusudur, ancak bu mekanizma kendi sonunu hazırlar şekilde muntazam işlemektedir. AK Parti’nin öncülleri diyebileceğimiz toplumsal çevrenin sözcüsü konumundaki partilerin, özellikle ANAP’ın benzer sebeplerle siyaset sahnesine veda ettiğini hatırlamak gerekir. Toplumsal karşılığını yitiren popülist siyasi hareketlerin sonu, parti olarak dahi varlıklarını sürdürememek şeklindedir. Moda tabirle, AK Parti tipindeki popüler hareketler çıktıkları her maçta kendilerini yeniden ispat etmek zorunda olan futbolculara benzemektedirler. İktidarlarının askeri ve sivil bürokrasi ve toplumun ekonomi, kültür-sanat, eğitim ve medya gibi diğer alanlarına yeterince kök salmamış ve yayılmamış olması onları sürekli olarak siyaset alanında, daha spesifik olarak da seçimlerde “olağanüstü” ölçüde başarılı olmaya mecbur bırakmaktadır. Hemen bu noktada soralım: AK Parti’nin küçük oy düşüşleri kamuoyunda “skandal” yaratırken, neden CHP’nin sürekli seçim kaybetmesi böyle bir reaksiyon doğurmamaktadır?
2019 Mart’ta yapılacak yerel ve Kasım’da yapılacak Cumhurbaşkanlığı ve parlamento seçimlerinde AK Parti yine açık ara favori gözükmektedir. AK Parti’nin sadece seçimlerde kazanmayı garantilemek için değil, aynı zamanda orta ve uzun vadede iktidarda kalabilmek için tekrar popüler hareket kimliğini kazanması gerekmektedir. Bunun için yukarıda da belirtildiği gibi AK Parti’nin tekrardan davanın ön plana çıktığı, toplumla arasındaki sınırların geçirgenleştiği ve kendi içerisindeki hiyerarşilerin azaldığı bir yapıya dönmesi elzemdir. Buna karşı parti içerisinden belli ölçüde bir direnç sergilenecek ve kopmalar yaşanacaktır. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın önündeki en büyük sınavlardan birisi, bu süreci fazla gürültü yaşanmadan ve hasar almadan atlatmak olacaktır.
DAVA VE TOPLUM BİLİNCİ
Bu durumu daha da kritik hale getiren CHP’nin ülkede bürokratik vesayetin büyük oranda geriletilmesinden sonra, özellikle 16 Nisan halk oylamasında gerçekleşen hükümet sistemi değişimiyle bürokrasinin siyasetteki rolüne büyük darbe vurulmasıyla, kendisini popüler bir harekete dönüştürme sürecine girmiş olmasıdır. CHP çizgisinin ülkede yıllar içinde bürokrasi ve toplumun farklı birçok sektörü üzerinden kökleşmiş ve yayılmış iktidarının gerilemesi bu sonucu doğurmuştur. Bir süredir sürmekte olan parti içerisindeki tasfiyeler, ideolojik katılığın terk edilme çabaları ve en son olarak da “adalet yürüyüşü” bu durumu gözler önüne sermektedir.
Elbette Cumhurbaşkanlığı sisteminin, siyasi partileri belli ölçüde geri plana itiyor ve liderleri ön plana çıkarıyor olmasının da bu dönüşümdeki etkisini göz ardı etmemek gerekir. Gerçekten de, iktidarın artık parlamento sınırlarının dışına çıkmış olması, siyasi partilerin konumunu radikal bir biçimde değiştirmiştir. 2019’da yapılacak seçimler, Türkiye siyasi tarihinde belki de ilk defa iki popülist hareketin –AK Parti ve MHP’den müteşekkil “yerli ve milli” blok ile CHP ve HDP’nin oluşturacağı Kılıçdaroğlu’nun tabiriyle “Demokrasi Bileşenleri Bloğu” kapışmasına sahne olacaktır. Türkiye’de bu döneme kadar siyaset arenasına damgasını vuran, bir partiye –yani, devletle özdeşleşmiş CHP’ye– karşı toplumsal çevreyi toparlayan popülist bir hareketin mücadeleye girmesi olmuştu. Ortaya çıkmakta olan yeni durum, ülke siyasetinde gerçekleşen köklü yapısal kırılmayı göstermektedir. Sonuç olarak, ülke siyasetinde oyunun kuralı değişmiştir ve bu yeni şartlara göre kendisini en iyi örgütlemeyi başaran hareket önümüzdeki süreçte siyasete damgasını vuracaktır.
[Star, 19 Ağustos 2017].