Anlamsız diyorum çünkü bir rasyonalitesi yok. Her şeyden önce Körfez’in içinde bir çatlak oluşmasının İran ve İsrail dışında bir ülkeye yarar sağlamaz. İran’ın can havliyle Katar’a yardım eli uzatmaya hazır olduğuna yönelik açıklamaları bu yarılmaya oynadığının işareti. İsrail savunma bakanı Liberman da bu durumu “önemli bir fırsat olarak” değerlendirdi. Katar’ın tamamen dışlanması beraberinde yeni ittifakları getirecektir. İran Katar’ı yanına çekmek için fırsat kollamakta ve gerçekleşmesi durumunda Suudi Arabistan’ın yanı başında yeni bir İran müttefiki doğmuş olacak. Suud ve müttefiklerinin geri adım atması durumunda ise Suud’un bölgede prestiji sarsılmış olacak.
Peki Katar, Suud ve müttefiklerinin hilafına ne yaptı da bu kadar sert tedbirlerle karşılaştı? Katar’a yöneltilen suçlara ve ani bir şekilde alınan bu kadar sert tedbirlere bakıldığında Suudi Arabistan ve müttefiklerinin Katar’ın herhangi bir politikasına verilmiş bir cevap gibi durmuyor. 23 Mayıs’ta Katar Haber Ajansı’ndan Emir’e atfedilen açıklamalar bu krizin başlangıcıydı. Katar bir siber saldırı altında olduğunu ve bu sözlerin gerçeği yansıtmadığına yönelik açıklamaları Suud ve müttefiklerini tatmin etmemiş olacak ki kriz devam etti ve BAE’nin Washington büyükelçisinin pek de dostane sayılmayacak yazışmaları döküldü.
Kısa süreli bir sessizlikten sonra ise 5 Mayıs’ta Katar’a yönelik alınan tedbirler ise neredeyse bir savaş durumunu andırdı. Önce Katar’a yöneltilen suçlara bakarak bir değerlendirme yapalım: Suudi Arabistan Dış İşleri Bakanlığından yapılan açıklama meselenin Ulusal Güvenlik boyutunda olduğu vurgulandıktan sonra üç aşağı beş yukarı şöyle: Terör örgütlerini ve radikalleri barındırarak destek vermesi, savaş halinde olunan Husi militanların desteklenmesi, İran destekli terörle işbirliği. Gerekçeler böyle olunca tedbirler de sert oldu. Hava sahası kapatıldı, hava seferleri durduruldu, diplomatik temsilcilerin iki günde diğer Katar vatandaşlarının ise on dört günde ülkeyi terk etmesi istendi. Yemen’e müdahale için kurulan koalisyondan çıkarıldı. Bu kadarla kalınmadı: Bazı ürünlerin ihracı durduruldu. Yani alınan tedbirler yalnızca Katar halkı ile sınırlı kalmadı, vatandaşları da cezalandırılma yoluna gidildi.
Olayların akışını öne sürülen gerekçelerle birlikte kısaca analiz edelim: 23 Mayıs-5 Haziran arasında krizin odağı İran’dı ve tartışma Katar’ın İran’a karşı yeterince işbirliği yapmadığı üzerinden dönüyordu. Fakat bu gerekçe rasyonel olamaz. Eğer Körfez İran’ı dengeleyecek sert tedbirler alacaksa bir şekilde Katar’la birlikte yapmalı. Katar’ı dışsallaştırarak değil. Bu gerekçe ile Katar’a bu yaptırımlar uygulanacaksa ancak Katar’ın açıkça İran’la çok kapsamlı işbirliği içine girmesi gerekiyor. Halbuki böyle bir duruma yönelik işaretler yok ve hem Suriye hem de Yemen’de Suud, İran’la ne kadar çatışma halindeyse Katar da vekiller üzerinden bir çatışma içinde.
5 Haziran’da yapılan açıklamanın odağında ise terör vurgusu vardı. Genellemeci ifadelerle yapılan suçlamalar ise inandırıcılıktan uzak. Terörden kastedilen DEAŞ olamaz, çünkü DEAŞ’a karşı koalisyonda kullanılan en önemli üs Katar’da. Dolayısıyla bu “terör ve radikaller” söyleminden kastın İhvan ve Hamas olduğu anlaşılıyor. Mısır’ın Suud’la birlikte hevesli bir şekilde hareket etmesi de buna işaret. ABD tartışmakta olduğu bu meseleye bölgede zemin hazırlamş oluyor. Ancak bu noktada İhvan’ın terör örgütü olarak ilan edilmesinden Suudi Arabistan’ın çıkarı var mı sorusu akla geliyor. İhvan’ın 2013 yazından itibaren güvenlikleştirilmesi Ortadoğu’nun genelinde iki önemli sonuç doğurdu. Birincisi İran’ın başta Yemen olmak üzere önü açıldı. İkincisi ise ultra selefi örgütler ve DEAŞ’ın hem toplumsal hem de siyasal düzeyde hızlı bir şekilde yayılmasına zemin hazırladı. Bu iki sonuçtan en fazla olumsuz etkilenen ülkelerden biri de Suudi Arabistan oldu. Tam da bu yüzden Kral Selman iktidara geldiğinde attığı ilk adımlardan biri selefinin İhvan siyasetini değiştirmek olmuştu.
Peki Suud ve müttefiklerinin attığı bu adımları nasıl anlamlandırmak gerekir? Meselenin iki temel boyutu var: Birincisi “Arap Baharı”ndan beklenen değişimin tersine otokratik rejimlerin konsolidasyonu ve bunun üzerinden Ortadoğu’da yeni bir ittifak ihdası. Bu düzenin aktör düzeyinde rol modelinin Sisi olduğu aşikar. Muhalefeti bastıran, ABD ve İsrail’e tehdit oluşturmayan, halkına da hesap vermeyen bir otokrat. Libya’da Kaddafi sonrası bir müzakere süreci yürürken darbe ile bütün süreci baltalayarak Tobruk’ta fiili bir yönetim kuran Hafter’in de koroya katılması boşuna değil.
Bu amaçlar için de Körfez’in ayrıksı sesi Katar’ın terbiye edilmesi gerekiyor. İki KİK üyesi ülke olan Kuveyt ve Umman’ın bile ikna edilmediği böylesi bir senaryonun Trump’ın desteği ile hayata geçirilebileceği hesap ediliyor olsa gerek. Bu hesabın kısmen tutarlılığı da söz konusu. Ancak unutmayalım ki, henüz birkaç ay önce Suudi Arabistan ABD tarafından en üst düzeyde (Amerikan Kongresinde) ve en hassas oldukları 11 Eylül üzerinden benzer suçlamalara maruz kalmıştı. Anlaşılan Obama’nın başlattığı ve Trump’ın imzaladığı yaklaşık 400 milyar dolarlık silah anlaşması bu suçlamaların diyeti oldu. Bu yazının yazıldığı sırada Trump’ın “Radikal ideolojinin artık finanse edilemeyeceğini belirtmiştim” açıklaması Katar aleyhine yorumlandı. Ancak günün sonunda ABD’nin daha büyük silah anlaşmaları pazarlığı için benzer ifadeleri farklı aktörler için kullanması sürpriz olmayacaktır.
Türkiye’nin bu kriz karşısında tansiyonu düşürmeye yönelik çabaları siyaseten de stratejik olarak da doğru bir çizgiye oturdu. Katar’la kurulan stratejik ilişkilerin önemi ortada. Zor kurulan bu ilişkilerin doğrudan dahil olmadığımız bir krizden dolayı heba edilmesi önemli bir kayıp olacak. Ancak korkuya kapılarak, öncelikli meselelerde büyük maliyetler üretmesinin önünü açacak açık bir tarafgirlikten de kaçınılmalı. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın “Katar’a karşı alınan önlemleri doğru bulmadığına” yönelik açıklamalarının yanında tansiyonu düşürmeye yönelik diplomasi yürütmesi bu stratejinin izlerini taşıyor.
[Fikriyat, 7 Haziran 2017].