Zor ve garip günlerden geçiyoruz... Evet, bu topraklar hiçbir zaman hayatın can sıkıcı bir rutin içerisinde aktığı yerler olmadı. Çünkü son yıllardadünya üzerindeki yıkım ve cinayetlerin en fecilerinin yaşandığı Orta Doğu coğrafyası ile bu yıkım ve cinayetlerin ana amili olan Batı dünyası arasında bulunuyoruz. Hâliyle içerisinde olmasak da etrafımızdaki zulüm, cinayet, şiddet ve hainlikten nasibimizi alıyoruz. Bu uzun süredir bildiğimiz ve kabullendiğimiz bir gerçeklik.
Bir yandan zulüm şiddetini arttırıyor, diğer yandan da umutlu yarınların yaklaşma emarelerini görüyoruz. Örneğin, tertipleyicileri arasında dünya egemenlerinin bulunduğu kuvvetle muhtemel olan, tertipleyicisi değillerse bile başarıya ulaşması hâlinde alkışlayıcısı olacakları mutlak olan 15 Temmuz Darbe Girişimi’ni ele alalım. Darbe girişimi ne kadar büyük bir ihanetse, şehitlerimizin acısı ne kadar ağırsa; girişimin sonrasında oluşan beraberlik ruhu ve FETÖ ile mücadele konusunda katedilen mesafe de o kadar sevindirici oldu. Cumhurbaşkanımızın dediği gibi; “şerden hayır doğdu.”
FETÖ terör örgütünün tertiplediği 15 Temmuz Darbe Girişimi’nden sonra, terörün diğer yüzleri de sahneye çıktı. Ülkemizin farklı noktalarında, güvenlik güçlerimizi ve sivil halkımızı hedef alan terör saldırıları birbiri ardına geldi. Yürekler buruldu, gözler doldu, onlarca haneye ateş düştü. FETÖ, PKK ve DAEŞ el ele vererek, amaç birliği yaparak, Türkiye’yi bir kaos ortamına itmeye ve ülkenin katettiği mesafeyi geri sarmaya çalıştılar. Amaçlarına ulaşamadılar! Allah’ın izniyle ilelebet de ulaşamayacaklar! Ancak canımızı yakmaktan da geri durmadılar. Suriyeli çocukların ölümü zaten kapanmayan yaramız olmuşken, üzerine PKK’nın katlettiği çocukların acısı geldi. “Bu kadar acıya yüreklerimiz nasıl dayanıyor, nasıl oluyor da kalbimiz hâlâ atmaya devam ediyor” diye sorarken, Gaziantep’te, çocuk bedenlerini çocuk tabutlarına koyup defnettik.
“Karanlık gecenin sabahı ne zaman acaba” diye sorarken ertesi güne Fırat Kalkanı operasyonu ile uyandık. Giden masum canları geri getirmese de ordumuzun, Suriye’nin gerçek sahiplerine destek olarak Cerablus kentini DAEŞ zulmünden temizlemesinin haklı gururu ve sürurunu yaşayarak yanan yüreklerimize su serptik. Fırat Kalkanı operasyonunun bizi gururlandıran ve mutlu eden yönü,tanklarımızın namlularını kendi milletine değil, düşmanına çevirdiğinde ne kadar güçlü olduğunu görmekten ibaret değildi. PKK’nın Kuzey Suriye’de oluşturmaya çalıştığı terör koridorunu yerle bir etmek de büyük bir başarıydı. Bunun yanında, Cerablus’un, sivillerin güven ve emniyet içerisinde yaşayabilecekleri bir yere dönüşmesi, en azından orada sivil kayıplarının azalacak olması da büyük bir mutluluk kaynağı oldu bizler için.
Ancak Cerablus’un kurtuluşuna sevinemeden, PKK’nın Cizre’de polis merkezine gerçekleştirdiği bombalı saldırının haberi ulaştı. Şehit haberlerinin acısı bir kez daha yüreğimize oturdu. Türkiye DAEŞ’e operasyon düzenledi! Karşılığı ise DAEŞ’le mücadele ettiğini iddia eden PKK’dan geldi. Tablo bir kez daha soruya ve kuşkuya yer vermeyecek açıklıkta gözler önüne serildi.
Evet, zor ve garip günler. Ancak umutlu günler de aynı zamanda.
Bir adım geriye çekilip bütün olan bitene serinkanlılıkla baktığımızda bir şeyi görüyoruz; bir savaşın içerisindeyiz.
Canımızın çok yandığı, sık sık “yeter artık” deme noktasına geldiğimiz bir savaş.
Teslim olursak her şey biter, savaşı kaybederiz. Bütün acılarımıza rağmen teslim olmazsak, savaşı kazanır ve bir daha böyle acılar yaşamayız.
Evet, maliyeti çok yüksek ve canımız çok yanıyor.
Ama kesinlikle teslim olmayacağız!
[Türkiye, 27 Ağustos 2016].