Küreselleşmenin başını alıp gittiği dünyamızda “ulus devletin sonu”,“egemenliğin bitişi” gibi hiper-liberal sloganlar ortalıkta fazlaca dolaşsa da, yerleşik ve yükselen güçler arasındaki mücadele halen ulusal çıkarlar üzerinden tanımlanmaya devam ediyor. Çokuluslu şirketlerin inovasyon ve pazar savaşlarına kamu aktörlerinin ilgilerinden, küresel ve bölgesel etki alanlarındaki rekabet biçimlerinden bunu net biçimde gözlemlemek mümkün. Kapsamlı bir sanayi ve imalat altyapısının üzerine güçlü bir bilgi ekonomisi inşa edebilen ülkeler yeni rekabet alanlarında avantajlarını geometrik biçimde artırıyorlar. Geleneksel kamu ve özel sektör yapıları ile paradigma değiştirici bilgi üretebilen araştırma merkezleri ve üniversitelerin karmaşık ortaklıkları da gittikçe önem kazanıyor.
Siyasetin, ekonominin, diplomasinin, lobiciliğin ve sivil toplum inisiyatiflerinin bilgi içerik katsayısı giderek yükseliyor. Küresel yarış, yeni ve uygulanabilir bilgi üretme kabiliyeti üzerinden tanımlanınca ilköğretimden yükseköğretime kadar ulusal eğitim sistemlerinin niteliği ve kalitesi büyük önem kazanıyor. Bu bağlamda sadece fiziki altyapı anlamında değil; müfredat, eğitimci kalitesi, uluslararasılaşma, ekonomi-sanayi bağlantıları gibi açılardan eğitim sistemlerini sürekli gözden geçirmek kaçınılmaz bir zorunluluk haline geliyor. Yeni güvenlik stratejileri, bilişim ve iletişim altyapıları, küresel üretim ve pazarlama ağları, tasarım ve Ar-Ge eko-sistemleri çok miktarda üst düzey nitelikli birey yetiştiren ve onları organize eden kurumsal yapıları örgütleyebilen toplumların kontrolünde genişliyor.
Dünyada bütün bunlar olurken Türkiye’nin kalkınma serüveninde insan unsurunun rolünü radikal biçimde sorgulamamız gereken kritik bir dönemece ulaşmış bulunuyoruz. Eğitim, ulaşım, sağlık, iletişim, adalet, güvenlik ve yerel yönetim altyapılarına dair büyük çaplı kamu yatırımlarının sürükleyici etkileri ve özel sektörün bunlarla sağladığı uyum bizi bulunduğumuz noktaya ve 10 bin dolar civarı bir milli gelir düzeyine taşıdı. Ancak mevcut kalkınma paradigması ve “kalite” kavramını öncelemeyen kurumsal yapılarla şu meşhur “orta gelir tuzağı”nı aşıp gelişmiş/sanayileşmiş ülkeler ligine sıçramak pek de kolay değil. Ekonomik büyümeyi sürdürülebilir hale getirmek adına birçok yapısal reformun hızla gerçekleştirilmesi gerektiği herkesin malumu. Ancak tüm bu reform gündeminin altını dolduracak anahtar kavram “kalite” olmalı.
Kaliteli ortaöğretim kurumlarına sahip olmadan kaliteli üniversitelere ulaşmak; kaliteli üniversiteler oluşturmadan nitelikli bir üniversite-sanayi bağlantısı kurabilmek pek mümkün değil. Hal böyle olunca, ortaöğretimdeki müfredattan ve eğitimcilerin kalitesinden başlayarak mesleki eğitim reformuna uzanan çok adımlı reform programlarını devreye almak durumundayız. PISA gibi uluslararası ölçüm standartlarına göre küresel konumumuzu iyileştirmek uzun vadeli bir hedef olabilir ama en azından proje okulları ile yeni bir ekosistemin temelleri atılabilir. Yükseköğretim sisteminin ideolojik karşıtlıklar ve kemikleşmiş kadro sıkıntıları ile malul yapısından da üst düzey bilimsel-teknolojik katkılar beklemek pek olası değil. İstanbul ve Ankara’nın büyük üniversitelerinde yığılmış yüzlerce profesörün ciddi bir performans değerlendirmesi yapılmadan konumlarını koruyabildikleri bir“ memuriyet” sisteminden ileri teknoloji çıkmaz. ODTÜ’de ibadet etmek isteyen öğrencilere bu çağda reva görülen tahammülsüzlük ve jakoben yaklaşımlar ise sahipleri için tam bir utanç kaynağı. Bilgi ekonomisine geçiş, yenilikçi bilgi üretimi ve asgari düzeyde demokratik tolerans ortamı olmadan kolay değil. Bu konuyu işlemeye devam edeceğiz.
[Bugün, 30 Aralık 2015]