İstihbarat servislerinin hesap verebilirliğine yönelik olarak demokratik ve etkili bir sistem kurabilmek, günümüz demokrasilerinin en önemli ve zorlu sorunlarından birisidir. Çünkü güvenlik ve istihbarat servislerinin hesap verebilir kılınması, demokratik denetim ve sivil gözetim açılarından demokratik şeffaflığa kavuşturulması, artık vazgeçilmez hale gelmiş bulunmaktadır.
7 Şubat’ta MİT Müsteşarı Hakan Fidan ve dört MİT yöneticisinin İstanbul Özel Yetkili Cumhuriyet Savcılığınca ‘şüpheli’ olarak ifadeye çağrılması, özel olarak MİT’i ama genel olarak tüm istihbarat faaliyetlerini ve kurumlarını yeniden tartışmaların odağına oturttu. Ancak soruşturmanın zamanlaması, soruşturmayı yürütenlerin kimlikleri ya da kimliklerine dair var olan algı, bir hukuki soruşturmadan ziyade bir “siyaseti dizayn operasyonu” ile karşı karşıya olduğumuzu herkese düşündürttü. Aynı şekilde, bir gruba ait yayın organlarının ve kamuoyunda aynı gruptan oldukları bilinen belli başlı isimlerin toptan ve çok senkronize bir biçimde soruşturmayı şiddetle savunmaları ve şüphelilere yönelik suçlamaların ve sorulacak soruların aynı gece medyaya sızdırılması gibi pek çok husus, söz konusu düşünceyi kuvvetlendirdi.
Bu kanaatten ötürü, kamuoyunun büyük bir bölümü, MİT yasasının 26. maddesinde yapılan değişikliği, hukuki açıdan kabul edilebilir bulmasa da, söz konusu müdahale girişiminin bertaraf edilmesi için bir bakıma ‘anlayışla karşıladı’. Ancak bu anlayışla karşılamanın asıl nedeninin, birtakım beklentiler olduğunu da görmek gerekir. Bu yazıda, bir miktar bu beklentiler ışığında genel olarak istihbaratın demokratikleştirilmesi, hesap verebilir hale getirilmesi konusunu irdelemeye çalışacağız.
MİT'E DAİR ALGI İstihbarat faaliyetleri, tarih boyunca güvenlik sektörünün önemli bir unsuru olarak varlığını sürdürmüştür. Ancak tabiatı gereği gizli yürütüldüğünden yani diğer güvenlik birimleri gibi göz önünde olmadığından üzerlerinde fazla konuşulmaz. Dahası, bizim gibi otoriter ülkelerde, istihbarat kurumlarının mesaisinin önemli bir bölümünü kendi halkının takip ve kontrolü, fişlenmesi oluşturduğundan, insanlar istihbarat kurumlarıyla ilgili ileri geri konuşmaktan çekinirler. Özellikle Türkiye gibi, tüm siyasi sorunlarına güvenlikçi bakış açılarıyla yaklaşan, siyasi muhalefeti ‘tehdit’ ya da ‘iç düşman’ olarak açıkça tanımlayan ülkelerde, istihbarat kurumlarından duyulan korku, çok daha derindir. Çünkü siyasi tarihimizin karanlık sayfaları çoktur ama en zifiri karanlık olanları da, istihbarat kurumlarına ait bölümlerdir. Nitekim istihbarat üreten MİT, Emniyet İstihbarat, Genelkurmay İstihbarat ve Jandarma İstihbarat gibi kurumlara ilişkin zihinlerimizdeki imaj, bu kurumların daha çok “iç düşman”lara yönelik olarak yaptıkları operasyonlarla şekillenmektedir. MİT dendiğinde herkesin aklına, öncelikle kendisi hakkında yapılan fişlemeler, tutulan raporlar gelir. Polis istihbarat dendiğinde, herkes kendisinin de mutlaka bir ortam dinlemesine takıldığını, telefonlarının dinlendiğini düşünür ve tedirgin olur. JİTEM denince ise, akıllara faili meçhul cinayetler, toplu mezarlar, yer altından fışkıran kemikler gelir. Özetle, istihbarat korkutucudur, ürkütücüdür; bırakınız hayatları, hayalleri bile karartmaktadır.
HAKAN FİDAN'DAN BEKLENTİLER Son günlerde görece yoğunluğu azalmış ama süreceği kesin olan saldırıların ve tartışmaların odağını ise, bu göreve getirilmesinden İsrail’in rahatsızlığını açıkça belirttiği MİT Müsteşarı Hakan Fidan oluşturmaktadır. Bu yüzden de, MİT’e ya da Hakan Fidan’a yönelik her operasyon, kolaylıkla İsrail’le ve uluslararası çevrelerle ilişkilendirilmektedir. Buna karşılık, Hakan Fidan’dan yana beklentilerin oldukça yüksek olduğunu da belirtmek gerekir. Kuşkusuz Fidan’ın elinde bir “Âsay-ı Musa” olmadığı bilinmektedir ve ondan insanüstü bir performans beklenmemektedir. Ancak yeni Türkiye’yi inşa yolunda, “insani güvenliği” esas alan bir anlayışla temiz ve güvenilir bir kadro kurması, başına geçtiği kurumu her türlü karanlık ve kirli işlerden temizlemesi, hukuk dışı işlere bulaşmış elemanlarını ayıklayıp yargı önüne çıkarması ve Türkiye’nin karanlık geçmişiyle yüzleşmesi sürecinde öncü bir rol oynaması da kendisinden beklenmektedir. Ve bütün bunları biraz da kamuoyunun önünde yapması gerekir. Her ne kadar kamuoyuna “başarılı bir polis operasyonu” olarak yansıtıldıysa da, Hatay’da suça karışan elemanını tespit eder etmez, ihraç edip dosyasını savcılığa göndermesi gibi uygulamaları duyup öğrenmeye toplumun ihtiyacı var. Örneğin Hrant Dink’i çağırıp tehdit eden iki MİT elemanı hakkında Ankara C. Savcılığı, zaman aşımından takipsizlik kararı verdi. Yapılan itiraz üzerine dosyalar aylardır Sincan’da beklemede. İlgili diğer kamu görevlileri gibi terfi etmeye devam mı edecekler yoksa bu elemanların ve onlara bu görevi verenlerin adalet önünde hesap verdiklerini görmek bizlere nasip olacak mı? Doğrusu, herkes bunu merakla beklemektedir. Özetle, Başbakan Erdoğan’ın ve Hakan Fidan’ın, 26. madde değişikliğini ilkesel olarak yanlış bulan pek çok insanın yüksek sesle fazla itiraz etmemesinin altında bu tür beklentilerin yattığını asla unutmamaları gerekiyor. Kimin beklentisi mi bunlar? Her şeyden ve herkesten önce, zulme uğrayanların, ahlarının aheste aheste çıkacağından emin olduğumuz mazlumların.
İSTİHBARAT SAVAŞLARI Türkiye’de sadece MİT yok; poliste, jandarmada ve Genelkurmay’da da istihbarat birimleri var ve aralarında görev ve yetki çatışması, kurumsal kıskançlıklar hiç eksik olmuyor. Yasal düzenlemenin aksine, MİT yıllarca ordunun denetimi altında olduğundan, çekişme daha çok MİT’le polis arasında yaşanıyordu. Hatta polis istihbaratın kurulmasının ve güçlendirilmesinin ana nedeni de, MİT’in, hükümetlerden daha çok orduya bağlı olarak çalıştığına dair yüklü bir sabıkaya sahip oluşudur. Yani kıskançlık ve çekişme, tarihi geçmişe sahiptir. Bu sorunu gidermek adına bir İstihbarat Koordinasyon Kurulu oluşturuldu ancak problemin köklerinin çok derinlerde olduğunu, dolayısıyla koordinasyon toplantılarıyla çözülmesinin çok zor olduğunu da belirtmek gerekiyor.
Ancak polisle ilgili olarak genellikle göz ardı edilen çok daha önemli bir sorun, emniyet teşkilatının kuvvetler ayrılığı ilkesine aykırı biçimde bir dizi görev ve yetkiyle donatılmış olmasıdır. Bilindiği üzere, insanlığın en iyi yönetim şekli olarak geliştirdiği demokrasinin temel ilkelerinden biri, kuvvetler ayrılığıdır. Yani gücün, yetkinin bir erkte toplanmamasıdır. O yüzden de, devlet aygıtının temel organları olarak yasama, yürütme ve yargının birbirlerinden ayrı/bağımsız olması ama birbirlerini denetleyerek bir denge ve ahenk içinde toplumun hizmetlerini görmesi esastır. Kabaca yasama diğer iki erkin bağlı olacağı hukuki düzenlemeleri yapar, yürütme bu mevzuat çerçevesinde yönetir, yargı da yine bu mevzuat dâhilinde denetler.
Kuvvetler ayrılığı ilkesi, tüm devlet kurumlarının görev ve yetkilerinin belirlenmesinde de gözetilir. Ne var ki, bizde polis, hem istihbarat üretmekte ve bunun gereği olarak her türlü takip ve izlemeyi, dinlemeyi yapmakta, hem güvenlik amaçlı operasyonları kararlaştırıp yürütmekte hem de adli kolluk hizmetleri dolayısıyla bir tür yargı görevini de icra etmektedir. Yani günümüzde polis hem yürütmenin hem de yargının etkin bir parçası olarak hayatımıza hükmetmektedir. Bu aşırı güç ve yetkiler dolayısıyla da, polis adeta bir fezleke hukuku yaratmaktadır. Zaten yargı, polisin sahip olduğu imkânlara sahip değildir ve bu yüzden de soruşturmalarda savcılar, genellikle kolluktan gelen dosya çerçevesinde hareket etmek zorunda kalmaktadırlar. Esasen poliste kimlerin ne kadar örgütlendiğinden bağımsız olarak bu sorunun bir an önce ele alınıp çözümlenmesi gerekmektedir. Nitekim tarih, tüm gücün bir kişide, bir grupta ya da bir erkte toplanmasının veya bir kuruma bu kadar çok görev ve yetki verilmesinin yol açtığı felaketlerle doludur. O yüzden şimdinin güçlü liderleri ya da grupları, hiç değilse “sünnetullah”ı hatırlayıp, kendilerinin her zaman böyle güçlü olmayacaklarını ve yarın bu büyük gücün, hiç sevmedikleri bir kişinin ya da grubun, kurumun elinde toplanmasının doğuracağı sonuçlar üzerinde biraz düşünmeliler ve bunun isteyip istemeyeceklerinin muhasebesini dürüstçe yapmalılar. Tekrar vurgulamak gerekirse, bu “güçler birliği” sorununun şimdiki güçlü liderlerden, gruplardan ve kurumlardan bağımsız olarak, ilkesel açıdan masaya yatırılıp çözülmesi zorunludur.
İSTİHBARATI HESAP VEREBİLİR KILMAK İstihbarat servislerinin hesap verebilirliğine yönelik olarak demokratik ve etkili bir sistem kurabilmek, günümüz demokrasilerinin en önemli ve zorlu sorunlarından birisidir. Çünkü güvenlik ve istihbarat servislerinin hesap verebilir kılınması, demokratik denetim ve sivil gözetim açılarından demokratik şeffaflığa kavuşturulması, artık vazgeçilmez hale gelmiş bulunmaktadır. Bu bağlamda hükümet, görevlendirme, önceliklerini belirleme, kaynakları kullanılabilir kılma gibi konularda yönlendirmek suretiyle tüm istihbarat birimlerini denetim altında tutarken, Meclis genel konular ve bütçe onayı gibi işlevlerle belirli bir gözetim ve gerektiğinde oluşturacağı komisyonlarla incelemeler, araştırmalar yapar. Yargı ise hukuka aykırı fiiller üzerinde hüküm verir ve özel yetkilerin kullanımını izler. Sivil toplum ve vatandaşlar da, alternatif görüşler sunmak, skandal ve krizleri açığa çıkarmak, şikâyetlerde bulunmak gibi yöntemlerle bu birimlerin çalışmalarına sınırlamalar getirirler.
Ne var ki, yıllarca istihbarat örgütlerini izleyememiş ama buna karşılık bu örgütler tarafından özel hayatının en mahrem noktalarına kadar izlenmiş hatta hâlâ izlenmekte olan kişi ve kurumların, bu hak ve yetkilerini kullanmalarını hemen sağlamak çok zordur. Bunun için de, öncelikle güvenlik anlayışımızı yeniden gözden geçirmek, güvenlik kurumlarında köklü reformlar yapmak gerekmektedir. Star/Açıkgörüş (19.03.20112).