Irak Şam İslam Devleti (IŞİD) isimli terör örgütünün Suriye'den sonra Irak'ta da büyük kentleri ele geçirmesi dünyanın dikkatini yeniden Irak'a ve bu örgüte çekti. Musul'un IŞİD tarafından ele geçirilmesinin ardından Musul Başkonsolosluğumuzun basılması ve buradaki çalışan ve sivillerin rehin alınması ise olayları Türkiye için daha önemli hale getirdi. Bunun öncesinde çok sayıda Türk şoförün de bu örgüt militanları tarafından rehin alınması durumun ciddiyetini artıran bir başka unsur olarak karşımıza çıkmakta.
Ankara'nın Irak'ta yaşanan bu olaylar konusunda birinci önceliği Türk vatandaşlarının sağ salim Türkiye'ye geri dönmelerini sağlamaktır.
Bunun gerçekleşmesi Türkiye için sorunun hallolduğu anlamına gelmeyecek, Irak istikrara kavuşana dek bu ülkede yaşanan sorunlar Ankara'nın başını ağrıtmaya devam edecek. Çünkü Irak'ın istikrarı Türkiye'nin güvenliği ve ekonomik refahı açısından çok önemli ve ayrıca bunun sağlanması için Türkiye'ye de büyük sorumluluk düşüyor.
Bu noktada, Türkiye'nin bölgesine karşı sorumluluklarından kaçamayacağının altını çizmek gerekiyor. 1980'lerin yahut 1990'ların ekonomik ve askeri kapasite sorunu yaşayan Türkiye’si yok karşımızda. Bugün bölgesel güç olma iddiası taşıyan ve dünya ekonomisinde ilk 10'a girmeyi hedefleyen bir ülkenin kendi kabuğuna çekilip, geçmişte olduğu gibi, başka ülkelerin kendisi için uygun gördüğü rolü oynaması beklenmemelidir. Almanya ve Fransa gibi ülkelerin kendi halklarına sundukları refahı savunmak için bütün dünyada uyguladıkları müdahaleci politikaları hatırlarsak, Türkiye'nin bu ülkeler gibi zengin ve güçlü olmayı hedeflemesine rağmen kendi bölgesindeki gelişmelerden uzak durması beklenemez. ABD'nin de sadece Irak'ta 4.000'den fazla askerini kaybettiği, Afganistan ve Libya'da ödediği maliyetler düşünüldüğünde, bu ülkelerin kendi çıkarları için gerekli gördükleri riskleri alabildikleri görülür. Türkiye'nin de, gücünün sınırlarını bilen, ancak belirlediği hedeflere ulaşmak için belirli riskleri almaktan da kaçınmayan bir dış politika izlemesi zorunludur.
Buna karşılık Türk dış politikasına ilişkin tartışmalarda sürekli bir risk-maliyet ikileminin yaşandığı görülür. Bazı kesimler, bir yandan Türkiye'nin çıkarlarının savunulması için gerekli adımların atılmadığını ileri sürerken, diğer yandan da bu adımların atılması durumunda karşılaşılan maliyetler nedeniyle hükümete ağır suçlamalar yöneltmekteler. Bu çerçevede, iç-dış politika ayrımı gözetilmeden, karşılaşılan bütün sorunlar hükümeti eleştirmek için bir fırsat olarak görülmekte ve bu eleştiriler yapılırken Türkiye'nin dış dünyaya karşı çıkarlarının zarar görebileceği dikkate alınmamaktadır. Muhalefetin resmi ağızlarından, Türkiye'nin IŞİD'e destek verdiğine yönelik ifadelerin ülkemizi zora sokacağı ya hiç hesaplanmamakta ya da bu risk göze alınarak, "yeter ki hükümet devrilsin" anlayışıyla hareket edilmektedir.
Bugüne kadar IŞİD'in Türkiye'nin çıkarları için tehdit oluşturduğunu bilen ve buna göre hareket eden hükümetin, bu meselenin iç politika malzemesi olarak kullanılması konusunda çok dikkatli olması, bu örgütle mücadele konusunda, iç politikanın çoğu zaman rasyonel olmayan tarzından uzak ve sağduyulu hareket etmesi gerekmektedir. Bu konuda sağduyulu hareket, giderek daha fazla büyüyen bir tehdit haline gelen IŞİD ve benzeri aşırı radikal örgütlere karşı bütün bölgesel aktörlerle işbirliği imkânlarının sonuna kadar araştırılmasını zorunlu kılmaktadır.
Bu çerçevede, Irak'taki Kürdistan Bölgesel Yönetimi ve Bağdat'ın yanında İran ve Suudi Arabistan ile işbirliği yapılması, bunların her birine karşı iç politikanın değişik aktörlerinden gelebilecek tepkilere rağmen, büyük önem arz etmektedir.
Bu saydığımız aktörlerin tamamı IŞİD gibi radikal örgütlerin kendileri için ciddi bir tehlike teşkil ettiğini görmektedirler. Ancak bu noktada, bölge ülkelerinin başta Suriye ve Irak olmak üzere, uzun zamana yayılan ve çok büyük insanlık trajedilerine yol açan sorunların karşı çıkılması zor bir radikalizm ürettiğini fark edemediklerini ya da fark etmelerine rağmen buna engel olma konusunda üzerlerine düşeni yapmadıklarını ifade etmek gerekir. Bölgesel sorunların çözümü konusunda, Türkiye, İran, Suudi Arabistan ve diğer bölge ülkelerinin çoğu zaman birbirinden çok farklılaşan çıkar algıları nedeniyle işbirliği yapmaları mümkün olamadı.
Gelinen noktada bu işbirliğinin yapılamamasından en fazla kimin sorumlu olduğunun tartışılmasından çok, artık bu hatadan nasıl geri dönüleceği ve bölgede yayılan radikalizme karşı ortak hareket etmenin nasıl mümkün olacağının konuşulması gerekmektedir. Çünkü IŞİD bölgedeki radikalizmin tek göstergesi değildir ve bu radikal örgütler giderek daha büyük bir sorun haline gelmektedir. Bu sorunla mücadele konusunda, özellikle bölgenin köklü devlet geleneğine sahip iki ülkesi olan Türkiye ve İran'a çok büyük iş düşmektedir. Bu iki ülke yanlarına diğer bölge ülkelerini de alarak kendi bölge sorunlarına işbirliği içerisinde çözüm bulamazlarsa, küresel güçlerin kendileri için bu sorunu çözeceklerini beklemesinler. Çünkü onlar radikal terör örgütlerini sadece "tehdit" olarak görmezler, yeri geldiğinde kendi politikaları için "faydalı bir araç" olarak da kullanabilirler.
[Sabah Perspektif, 14 Haziran 2014]