SETA > Yorum |
İran-Suudi Rekabeti Mezhep Temelli mi

İran-Suudi Rekabeti Mezhep Temelli mi?

Ortadoğu’nun sürüklendiği kaos ortamını kendi nüfuzunu artırmak için bir fırsat olarak değerlendirmek isteyen İran “Hizbullah modeli” silahlı güçler oluşturulmasına destek vermiş Kasım Süleymani gibi figürleri cepheye sürmekten geri durmamıştır. Bu tavır, Suudi Arabistan’ın güvenlik kaygılarını artırmış ve aynı sertlikte cevap vermesine yol açmıştır.

Suudi Arabistan tarafından Ayetullah Nimr’in idam edilmesiyle birlikte Tahran ile Riyad arasında tırmanan gerginliğin, zaten tarihinin en kanlı dönemlerinden birini yaşayan Ortadoğu’daki çatışma ve savaşların büyümesine yol açacağından endişe ediliyor. İki ülkenin ekonomik ve askeri açıdan bölgenin en güçlü devletleri arasında yer almaları, aralarındaki rekabetin çok uzun zamandır sürüyor olması ve son dönemde her ikisinin de artan bir şekilde güç politikasına yönelmeleri bu endişeleri besleyen faktörler olarak öne çıkıyor. Bu yazıda, Tahran ile Riyad arasındaki rekabetin nedenleri, bu rekabetin son dönemde neden daha büyük bir gerginliğe dönüştüğü ve eğer diplomasi yöntemiyle bu gerginlik çözülemezse bunun bölgesel yansımaların ne olacağı ele alınacaktır.

Önce iki ülke arasında neden sürekli bir rekabet ve gerginlik olduğuna cevap arayalım. Her şeyden önce bu rekabetin temel sebebinin Basra Körfezi’nin karşılıklı iki yakasındaki İran ve Suudi Arabistan’ın, gerek petrol ve doğalgaz rezervleri açısından çok zengin olan Körfez bölgesinde gerekse bütün Ortadoğu’da üstünlük kurma mücadelesine dayandığının altını çizmek gerekir. Bu yönüyle iki ülke arasındaki rekabet iki bölgesel güç arasında yaşanan üstünlük mücadelesi olarak adlandırılabilir. Bu mücadele sadece zengin enerji kaynaklarını kontrol etme çabasıyla sırlı kalmayıp, Lübnan, Irak, Yemen, Bahreyn ve Suriye’de mezhepsel ya da etnik açıdan kendisine yakın olan kesimleri iktidarda tutma konusunda izlenen politikaya kadar uzanmaktadır. Söz konusu bu ülkelerin bir türlü istikrara kavuşamamaların arkasında yatan sebeplerden biri de Tahran ile Riyad yönetimlerinin bu ülkelere yönelik müdahaleci politikalarıdır. Her iki ülkenin Ortadoğu’da izledikleri bu müdahaleci politikaları çoğu zaman “mezhepçi politika” olarak tanımlanmış ve eleştirilmiştir. Mezhepsel farklılıkların çatışmaya dönüşmesine zemin hazırlayan bu politikalar bütün Ortadoğu bölgesini daha da karanlık bir ortama sürükleyeceği endişeleri dile getirilmiş ve hatta Brzezinski gibi bazı Batılılar, mezhepsel çatışma girdabına sürüklenen Ortadoğu’nun Avrupa’nın yaşadığı “30 Yıl Savaşları”nın başlangıcında olduğunu ileri sürmüşlerdir.

MEZHEBİN SİYALLAŞTIRILMASI

Bu noktada Suudi Arabistan ve İran’ın izledikleri politikanın gerçekten “mezhepçi” olup olmadığının incelenmesi konunun anlaşılması açısından yerinde olacaktır. Eğer mezhepçi politika ile kastedilen, bu ülkelerin kendi mezhepleri olan Şii ya da Vahhabi/Selefi kimliğe sahip olan başka ülkelerdeki halk gruplarına sahip çıkan ve onları korumayı amaç edinen politikalar ise Tahran ve Riyad’ın mezhepçi politika izlediğini ileri sürmek doğru olmayacaktır. Çünkü her iki ülkenin de çıkarlarıyla uyuşmadığı durumlarda başka ülkelerdeki Şii ya da Vahhabi/Selefi halklara destek olmadıkları görülmektedir.Fakat mezhepçi politika ile kastedilen, bu ülke yönetimlerinin, başka devletlerin sınırları içerisinde yaşayan kendileriyle aynı mezhepsel kimliği taşıyan halkların bu aidiyetlerini kendi çıkarları doğrultusunda kullanmaları ise gerek Suudi Arabistan ve gerekse İran mezhepçi politika izlemektedir.

Hatta bu ülkeler, başka ülkelerdeki kendileriyle mezhepsel yakınlığa sahip insanları kendi çıkarları doğrultusunda araç olarak kullanmakla kalmayıp, bu aracın etkinliğini artırmak için onların sayısını da artırmaya çalışmakta, yani şiileştirme ya da vahhabileştirme politikası da izlemektedirler. Ancak mezhepsel, etnik ya da sınıfsal aidiyetlerin dış politik çıkarlar doğrultusunda kullanılması ne yeni bir olgudur ne de İran ve Suudi Arabistan’a özgüdür. Gerek Ortadoğu bölgesindeki gerekse dünyanın başka yerlerindeki diğer birçok ülke bu tür aidiyetleri kendi çıkarları doğrultusunda kullanmaktadır. Ancak Tahran ve Riyad yönetimlerinin bu tür “mezhepsel aidiyetleri kendi çıkarları doğrultusunda kullanan” politikalarda oldukça ileri gittikleri görülmektedir. Burada altı çizilmesi gereken bir başka nokta, bu tür mezhepçi politikaların aracı olarak kullanılan halk kesimlerinin genellikle bu “sahip çıkma süreçleri”nin kaybedenleri olarak karşımıza çıktıkları gerçeğidir. Lübnan, Suriye, Irak, Yemen ve Bahreyn halklarının yaşanan çatışmalarda asıl kaybeden taraf olmaları bu gerçeğin açık örnekleri olarak göze çarpmaktadır.

ÇATIŞMA YERİNE İŞ BİRLİĞİ

İran ile Suudi Arabistan arasındaki gerginliğin bir başka nedeni, uluslararası ilişkiler biliminin sıkça kullandığı “güvenlik ikilemi” kavramıyla açıklanabilir. Girdikleri bölgesel üstünlük mücadelesinde birbirlerini sürekli olarak kendi varlığına tehdit olarak gören iki devlet, çatışma yerine işbirliği eksenli bir ilişki geliştirmeleri durumunda her iki tarafın da kazanacağına inanmamakta, karşı tarafın elde edeceği faydanın kendisi için mutlak zarar anlamına geleceği inancıyla sürekli olarak karşı taraftan daha güçlü olma çabası içerisinde olmaktadırlar. Bu çerçevede İran’ın Yemen, Lübnan ve Irak’ta izlemiş olduğu politikayı yayılmacı ve saldırgan olarak değerlendiren Riyad yönetimi, kendi ülkesindeki Şii azınlığın da Tahran tarafından kışkırtılacağı endişesiyle bir yandan içeride bu azınlığa karşı baskıcı politikalara yönelmekte, diğer yandan da silahlanma harcamalarını her geçen yıl artırmaktadır. 2014 yılındaki 80 milyar doların üzerine çıkan askeri harcamasıyla ABD, Çin ve Rusya’nın ardından dördüncü sırada yer alan Suudi Arabistan, neredeyse geri kalan Ortadoğu ülkelerinin toplamı kadar askeri harcama yapmıştır. Suudi yönetiminin bu şekilde silahlanması Tahran’da büyük bir endişeyle karşılanmış ve Riyad yönetimi Batı ile işbirliği yaparak İran’daki rejimi yıkmaya çalışmakla suçlanmıştır. Son dönemde ise İran, Suudi Arabistan’ı Sünni bir blok oluşturup İran ve Ortadoğu’daki diğer Şiileri tahakküm altına almaya çalışmakla itham edilmektedir. İki ülkenin birbirlerini büyük tehdit olarak görüp bu tehdidi bertaraf etmeye yönelik olarak silahlanma ve müttefik kazanma doğrultusunda attıkları adımlar karşılıklı tehdit algısını daha da artırmakta ve yukarıda değindiğimiz güvenlik ikilemi çerçevesinde bir kısır döngü oluşmaktadır. Tahran ile Riyad arasında oluşan güvenlik ikileminin kazananı ise kesinlikle iki ülke değil, silah şirketleri ve ittifak arayışıyla başvurdukları küresel güçler olmaktadır.

İran ile Suudi Arabistan arasındaki rekabetin çerçevesini bu şekilde çizdikten sonra, ikinci sorumuza, yani bu rekabetin son dönemde neden daha büyük bir gerginliğe dönüştüğü sorusuna cevap arayalım. Şii din adamı Ayetullah Nimr’in idam edilmesi iki ülke arasındaki gerginliğin artmasının asıl nedeni değil, son dönemde artan gerginliğin su yüzüne çıkmasıdır. Riyad tarafından, Lübnan’dan sonra, Irak’ta her geçen gün etkisini artırmakla, Suriye’de Esad yönetimini iktidarda tutmakla, Bahreyn’de Sünni iktidarı devirmeye çalışmakla suçlananİran’ın son olarak Yemen’deki Şii Husilere destek vererek bu ülkede Suudi Arabistan karşıtı bir yönetim inşa etmeye çalışması Suudi yönetimi açısından bardağı taşıran son damla olarak görüldü. Yemen konusunda beklenmedik şekilde müdahaleci bir politikaya yönelen Suudi Arabistan Sünni Arap devletlerden oluşturduğu bir koalisyonla Yemen’e askeri müdahalede bulunarak artık İran’a karşı daha sert bir politika izleyeceğinin sinyallerini vermiştir. Bunun iki temel nedeni vardır.

TAHRAN YAYILMACI

İlk olarak, ABD’nin Ortadoğu bölgesindeki askeri varlığını azaltması sonrasında, Tahran’ın “yayılmacı” olarak gördüğü politikalarına karşı artık Washington yönetimine güvenemeyeceğini gören Riyad yönetimi İran’a karşı kendisinin sahaya inmesi gerektiğini düşünmeye başlamıştır. Obama yönetiminin, ülkesinin Ortadoğu’daki askeri varlığını azaltmakla kalmayıp, nükleer konuda İran ile anlaşmaya gitmesi ve bu ülkeyle ilişkilerini “normalleştirmeye” çalışması Suudi yönetimini iyice endişelendirmiştir. Çünkü Obama’dan farklı olarak Kral Selman, İran’ın halen daha rejimini ve mezhebini bölge ülkelerine ihraç etmeye çalıştığını ve askeri güç de kullanmak suretiyle bölgeyi istikrarsızlaştırdığını düşünmekteydi. Suudi Arabistan’ın İran’a karşı artık daha sert politika izlemesinin ikinci nedeni ise ekonomik ve askeri açıdan ulaştığı düzeyin artık İran karşısında daha sağlam durması için yeterli olduğunu düşünmesidir. İran nükleer sorun nedeniyle ekonomik ve askeri yaptırımlarla boğuşurken gücünü artıran Suudi Arabistan 750 milyar dolara ulaşan gayri safi yurtiçi hasılasıyla Türkiye’den sonra Ortadoğu’nun ikinci büyük ekonomik gücü konumundadır. Dünyanın en büyük petrol ihracatçısı olarak elde ettiği gelirlerin önemli bir kısmını silahlanma yolunda harcayan Riyad yönetimi ülkesini Ortadoğu’nun teknik açıdan en donanımlı devletlerinden biri yapmıştır. Ekonomik ve askeri açıdan elde ettiği bu gücü kullanmaktan çekinmeyen Suudi Arabistan, Suriye’de İran tarafından desteklenen Esad yönetimine karşı mücadele eden muhaliflerin en önemli destekçisi iken, Bahreyn’de Arap Devrimlerinin bir yansıması olarak çıkan isyanlar karşısında kendisine yakın olan el-Halife yönetimini iktidarda tutmak için BAE ile birlikte askeri müdahalede bulunmaktan çekinmemiş ve Yemen’de de Husilere karşı Hadi yönetimini askeri operasyonlarla desteklemeye devam etmektedir.

İran ile Suudi Arabistan arasındaki rekabetin son dönemde daha büyük gerginliğe dönüşmesi sadece Suudi Arabistan’ın politikalarından kaynaklanmamaktadır. Riyad’la karşılaştırıldığında geleneksel olarak daha müdahaleci politikalar izleyen Tahran yönetiminin de son dönemde bu müdahaleci politikalarını artırdığı görülmektedir. Arap Devrimleri süreciyle birlikte Ortadoğu’nun sürüklendiği kaos ortamını kendi nüfuzunu artırmak için bir fırsat olarak değerlendirmek isteyen İran, bir yandan Lübnan ve Suriye’deki nüfuzunu korumaya çalışırken, diğer yandan Irak, Yemen ve Bahreyn’de yeni nüfuz bölgeleri kazanmaya çalışmıştır. Bunu yaparken temel olarak “Hizbullah modeli”ni kullanan Tahran yönetimi bu ülkelerde Hizbullah benzeri silahlı güçler oluşturulmasına destek vermesinin yanında, Kasım Süleymani gibi figürleri cepheye sürmekten geri durmamıştır. İran’ın müdahaleci politikalarındaki bu artış, kuşatılmışlık duygusuna kapılan Suudi Arabistan’ın güvenlik kaygılarını artırmış ve aynı sertlikte cevap vermesine yol açmıştır.

İran ve Suudi Arabistan gibi, sadece Ortadoğu’nun değil İslam dünyasının en önemli devletleri arasında yer alan iki ülkenin son krizle birlikte, bugüne kadar temsilciler üzerinden yürüttükleri çatışmayı doğrudan yürütür hale gelmeye doğru yaklaşmaları bütün Ortadoğu için ciddi riskler barındırmaktadır. Tahran ile Riyad arasındaki gerginliğin artması iki ülke arasındaki sıcak çatışma riskini artırdığı gibi, başta Suriye ve Yemen sorunu olmak üzere bölge sorunlarının diplomatik yollarla çözülme şansını da azaltmaktadır. Çünkü her iki ülke de bölgedeki sorunların çoğunda destekledikleri aktörler üzerinden taraf konumundadır ve onların rızası olmadan çözümü mümkün gözükmemektedir. Bu nedenle, Ortadoğu’da zaten zor olan barıştan söz edebilmek için İran ile Suudi Arabistan arasındaki krizin daha fazla büyümeden diplomatik yollarla çözülmesi çok önemlidir.

[Star Açık Görüş, 10 Ocak 2016]