Arap devrimleri ile birlikte Ortadoğu coğrafyası yerel aktörlerin daha fazla angaje olduğu bir iktidar mücadelesine sahne oluyor. Bu anlamda öne çıkan bölgesel aktörlerin en önemlileri Türkiye, İran, Suudi Arabistan ve Mısır olarak ifade edilebilir.
Ankara, Tahran ve Riyad’ın farklı enstrümanlar ve ittifak ilişkileriyle dahil olduğu bu süreçte Kahire görece arka planda. Arap devrimlerinin yaşandığı ülkelerden birisi olan Mısır, 2013’teki karşı-devrim ve sonrasındaki istikrarsız süreç nedeniyle bölgede cereyan eden iktidar mücadelesinin doğrudan bir aktörü olma konumundan uzak.
Ancak Sisi darbesi sonrasında Mübarek tarzı bir tek adam siyasetinin benimsenmesi Mısır’ı dengeleri bozabilecek bir aktör haline getirmektedir. Nitekim son iki yıldır Mısır’ın silahlanmaya ciddi bütçeler ayırması ve özellikle Rusya ile bu anlamda yakın ilişkiler geliştirmesi bunun bir göstergesi olarak okunabilir. Son dönemde Sisi rejiminin İran’la yakınlaşması da bu anlamda kayda değer bir gelişmedir. Bu yakınlaşmanın dikkat çeken noktası İran’ın bölgesel siyasette geleneksel aktörlerin dışına çıkarak Mısır’la işbirliği geliştiriyor olmasıdır.
Bu çerçevede dikkat çeken bir diğer gelişme de son dönemde kendisine yakın gruplar üzerinden Ortadoğu siyasetinde önemli bir etkiye sahip olmaya başlayan Tahran’ın bölgedeki dış politika aktivizminin Arap devrimleri süreciyle birlikte daha da hareketlenmeye başladığının gözlemlenmesidir.
İran’ın aktivizmi
İran, Arap devrimlerine ilk etapta hazırlıksız yakalanmış ve tepkisiz kalmıştır. İzleyen süreçte Tahran bu ayaklanmalarla birlikte değişen Ortadoğu siyasetine hızla ayak uydurmuştur. Bu noktada İran Arap devrimleri sürecini uzun yıllardır sessiz ve derinden sürdürdüğü dış politika yaklaşımını sahada uygulayabilmek için bir fırsat olarak görmüştür.
Özünde kültürel, finansal ve dini bağlar aracılığıyla bölge ülkelerinin siyasi hayatlarında etkili olmanın yattığı bu yaklaşım, Tahran’a Arap devrimleri sonrasında bölgede çıkan güç boşluğunu doldurabileceği konusunda cesaret vermiştir. Uzun yıllar boyunca ABD ve Batı ülkeleri tarafından uygulanan yaptırımlar ve baskılar nedeniyle bu stratejiyi etkin biçimde pratiğe dökemeyen Tahran, 2010’da başlayan süreci bu bağlamda değerlendirmeyi hedeflemiştir.
Özellikle 1990’lardan bu yana İran, Nijerya’dan Cezayir’e, Bosna-Hersek’ten Lübnan’a Ortadoğu ve diğer coğrafyalardaki birçok ülkede bu dış politika yaklaşımının gereği olarak “yatırımlar” yapmıştır. Tahran, bu politikaları zamanı geldiğinde işlevsel hale getirilebilecek “yatırımlar” olarak görmüştür. Düşük maliyetli bu yatırımların karşılığını alabilmek için de sabırlı bir bekleyiş sürdürülmüştür.
2010’da başlayan Arap ayaklanmalarının bölgedeki sorunlar silsilesinde İran’ı arka plana attığı bir ortamda harekete geçen Tahran yönetimi, Ortadoğu’da yeni bir aktivizm göstererek kendisine yakın olabilecek aktörleri işlevselleştirme yönünde çalışmalarını hızlandırmıştır.
Bu durum bölgedeki birçok gelişmede kendisini göstermiştir. Lübnan’da Hizbullah’ın giderek etkinliğini artırması, Suriye’deki devrim sürecinde hem yerel unsurların hem de Hizbullah’ın İran adına Esed rejiminin ayakta kalabilmesi için mücadele etmesi, Irak’ta doğan iktidar boşluğunun Tahran’a yakın gruplar tarafından doldurulması ve Yemen’de devrim sürecinin tökezlemesini fırsat bilen İran çizgisindeki Husilerin etkilerini giderek artırması bu anlamda dikkat çeken örneklerdir. Bunun yanında İran etkisinin Suudi Arabistan, Bahreyn, Kuveyt ve Umman gibi ülkelerdeki bazı kesimler üzerinde daha ciddi biçimde hissedildiği de görülmektedir.
Çok yönlü bir siyaset izleyen İran, bu süreçte Batı ile olan sorunlarını da çözme yolunda önemli adımlar kat etmiştir. Nükleer politikalarında yumuşamaya giderek ABD ile anlaşan Tahran, bu anlamda önemli bir yükten de kurtulmuştur. Bunun yanında İran, küresel siyasetin en önemli aktörlerinden olan Rusya ile de özellikle Suriye politikasında ortak bir siyaset izleyerek bu ülkenin güvenini kazanmıştır.
Tahran yönetiminin aynı anda hem Washington hem de Moskova ile iyi ilişkiler geliştirmeyi başarması ve bir taraftan da Ortadoğu’daki ülkelerin birçoğunda kendisine yakın aktörleri siyasal süreçlerin parçası halinde tutması İran dış politikasının daha önce olmadığı kadar güçlü bir konumda olduğunu göstermektedir.
Suud’u ‘çevreleme’
Gelinen noktada İran bölgedeki güç mücadelesinde en önemli aktörlerden birisi haline gelmiştir. Bu durum başta Suudi Arabistan ve Türkiye olmak üzere bölgede İran çizgisinde olmayan aktörler için endişe kaynağı olmaya başlamıştır. Özellikle Suudi Arabistan İran’ın “yayılmacı” politikaları karşısında daha aktif bir siyaset izleme ihtiyacı hissederken, bir dengeleme unsuru olarak Türkiye ile yakınlaşma sürecine girmiştir. Suudi Arabistan ile İran ve Mısır gibi bölgedeki güçlü aktörler arasındaki çatlakların artmasının, Riyad’ı Ankara’ya daha fazla yaklaştıracağı tahmin edilebilir.
İran’ın Suudi Arabistan’a yönelik izlediği “çevreleme” politikası “Mısır” örneğinde olduğu gibi Riyad’ı bölgesel aktörlerle ilişkilerinde zor durumda bırakmaktadır. Mısır ve İran son aylarda beklenmedik bir yakınlaşma içine girmiş, Kahire özellikle Suriye konusunda Tahran’a yakın bir çizgi izlemeye başlamıştır. Bu duruma tepki olarak Suudi Arabistan’ın Mısır’a petrol transferini durdurma kararı alması üzerine İran’ın devreye girmesiyle Irak, Kahire’nin ihtiyacı olan petrolü karşılayabileceğini açıklamıştır.
İran ile Mısır arasında devam eden yakınlaşma nedeniyle Suudi Arabistan’ın Sisi rejimi ile yaşadığı gerginlik her geçen gün farklı bir boyuta taşınmaktadır. Suudi yetkililerin geçtiğimiz günlerde Mısır’la soruna neden olan Etiyopya’daki Hedasi Barajı’nı ziyaret etmesi ve inşaatın finansmanında yardım teklif etmesi bu durumun en açık göstergesidir.
Suudi Arabistan’la olan rekabetinde önemli cephelerden birisi olan Yemen’de de geri adım atmayan İran bu ülkede desteklediği yerel gruplardan olan Husilere Umman üzerinden silah göndererek Maskat ile Riyad arasında bir gerginliğe de zemin hazırlamıştır. Nitekim birçok kaynak son aylarda Suudi Arabistan ile Umman arasındaki ilişkilerin İran nedeniyle kötüleştiğini ve krizin daha da derinleşme ihtimalinin bulunduğunu belirtmiştir.
Son olarak benzer bir güç dengesi değişimi Lübnan’da yaşanmıştır. İki yıldır başkanlık koltuğuna uygun bir adayın bulunamadığı ülkede geçtiğimiz Ekim ayında İran’la yakın bağları olan Mişel Avn cumhurbaşkanı seçilmiştir. Geçtiğimiz iki yıl boyunca Hizbullah lideri Hasan Nasrallah’ın cumhurbaşkanlığı için ciddi biçimde desteklediği Avn’in göreve gelişinin ardından Hizbullah destekçileri sevinç gösterileri için sokaklara dökülmüştür. Esed yönetiminin de desteklediği Avn’in seçilişi sonrası benzer kutlamalar Şam’da da gerçekleşmiştir. Suudi Arabistan’ın başkanlık için arzu ettiği isim olan Saad Hariri’nin Avn’in adaylığını desteklemek durumunda kalması ise Riyad’ı rahatsız eden asıl unsur olmuştur. İran’ın bölgedeki en önemli müttefikleri olan Esed rejimi ve Hizbullah örgütü tarafından desteklenen Avn’in cumhurbaşkanı seçilişi, hem Riyad’ın Lübnan üzerindeki etkisinin iyiden iyiye azalmasına hem de Suudi Arabistan’ın müttefik olarak gördüğü Hariri ile gerginlik yaşamasına neden olmuştur.
İran’ı dengele(yeme)mek
İran’ın son dönemdeki politikalarından ziyadesiyle rahatsız olan bölge siyasetinin önemli iki aktörü Suudi Arabistan ve Türkiye’nin Tahran’ın bu dış politika aktivizmi karşısındaki işbirliğini sürdürmesi bir zorunluluk. Ancak bu iki ülke her ne kadar birçok konuda işbirliğini derinleştirse de son dönemde, farklı nedenlerden ötürü dış politikalarındaki öncelikleri çok daha dikkatli seçmek durumunda kalmaktadır.
15 Temmuz’daki darbe sürecinin Türkiye’ye bu anlamdaki etkisi beklenenden daha fazla olmuştur. Bir taraftan içerideki tehditleri bertaraf etmeyi amaçlayan Ankara, dışarıda da bu iç tehditlerle bağlantılı unsurlarla mücadele etmeyi öncelemiştir. Öte yandan Suudi Arabistan yönetimi de Kraliyet ailesinde kendisini giderek daha fazla hissettiren iktidar mücadelesi, son dönemdeki ekonomik verilerin endişe yaratan durumları ortaya çıkarması ve ABD’de başkanlık koltuğuna oturan Donald Trump’ın Ortadoğu politikalarının belirsizliğini koruması gibi nedenlerle dış politikada görece durgun bir süreçten geçmektedir.
Buna karşın İran birçok “cephede” faaliyetlerini sürdürmekte ve bölge siyasetindeki etkisini güçlendirmektedir. Son gelişmeler ışığında değerlendirildiğinde bu ivmeyi devam ettirme arzusunda olduğu anlaşılan Tahran’ın önümüzdeki dönemde de bölgesel aktivizmini yoğunlaştıracağının muhtemel olduğu söylenebilir.
[Star Açık Görüş, 25 Aralık 2016].