Irak’ta yaşanmakta olan sürecin bölgesel dengeleri değiştirmesi kaçınılmaz görünüyor. Bu yeni oluşumların ise Irak’ın komşularını derinden etkileyeceği anlaşılıyor. Bölgesel dengeler bakımından en önemli değişiklik, Irak’ın ‘Arap dünyası’ndan kopuşu olacak. Yeni Irak’ın, anayasada Sünni Arapları memnun etmek için nasıl bir formülasyona gidilirse gidilsin, siyaseten ‘pan-Arap’ karakterini yitireceği görülüyor. Zira Saddam’ın özellikle son on yılda izlediği iç politikalar nedeniyle Irak ‘milli kimliğini’ yitirmiş vaziyetteydi. Zaten yeni Irak’ta Arap kimliği öne çıksaydı bile, Irak yine de güçlü bir Arap devleti olma özelliğini yitirecekti. Gerçekten de, Saddam Hüseyin’in devrilmesiyle birlikte Arap dünyasında (Mısır hariç) askeri bakımdan güçlü bir Arap ülkesi kalmadı. Bu da 20. Yüzyıl Ortadoğu siyaseti düşünüldüğünde, bütün dengeleri değiştirebilecek bir husus. Irak’ın askeri bakımdan zayıflamasıyla birlikte, kendi güvenliğini en azından kısa vadede sağlayamayacak bir Irak karşısında, (Suriye’nin içinde bulunduğu durum da düşünüldüğünde) bölgede İran, Türkiye ve İsrail’in öne çıktığı görülüyor.
Irak’ta yaşanmakta olan sürecin bölgesel dengeleri değiştirmesi kaçınılmaz görünüyor. Bu yeni oluşumların ise Irak’ın komşularını derinden etkileyeceği anlaşılıyor. Bölgesel dengeler bakımından en önemli değişiklik, Irak’ın ‘Arap dünyası’ndan kopuşu olacak. Yeni Irak’ın, anayasada Sünni Arapları memnun etmek için nasıl bir formülasyona gidilirse gidilsin, siyaseten ‘pan-Arap’ karakterini yitireceği görülüyor. Zira Saddam’ın özellikle son on yılda izlediği iç politikalar nedeniyle Irak ‘milli kimliğini’ yitirmiş vaziyetteydi. Zaten yeni Irak’ta Arap kimliği öne çıksaydı bile, Irak yine de güçlü bir Arap devleti olma özelliğini yitirecekti. Gerçekten de, Saddam Hüseyin’in devrilmesiyle birlikte Arap dünyasında (Mısır hariç) askeri bakımdan güçlü bir Arap ülkesi kalmadı. Bu da 20. Yüzyıl Ortadoğu siyaseti düşünüldüğünde, bütün dengeleri değiştirebilecek bir husus. Irak’ın askeri bakımdan zayıflamasıyla birlikte, kendi güvenliğini en azından kısa vadede sağlayamayacak bir Irak karşısında, (Suriye’nin içinde bulunduğu durum da düşünüldüğünde) bölgede İran, Türkiye ve İsrail’in öne çıktığı görülüyor.
Bunların arasında bu süreçten en çok avantaj sağlaması beklenen ülke olarak İran öne çıkmaktadır. Irak yaşadığı terör sarmalının sonucunda parçalandığı takdirde ortaya çıkacak bir Şii devleti hiç şüphesiz İran açısından büyük bir avantaj doğuracaktır. Ancak Irak kabul edilen yeni anayasasındaki gibi federal, demokratik ve özgür bir ülke olduğu takdirde bile Şiilerin büyük ağırlıkta olduğu, merkezi hükümete ve dış politikaya hakim oldukları bir ülke haline dönüşecektir. Bu durumda da İran büyük bir avantaj kazanacaktır. Gerçi Batılı yazarlar bu durumun ille de İran’ın avantajına olamayacağı ihtimaline işaret etmek için, Necef-Kum ayrımı yapmaktalar ya da İran-Irak savaşı örneğini vermekteler ama, son iki yıldır yaşananlar görünen köyün kılavuz istemediğini söylüyor. Bir kere diktatörlük rejimlerinde bastırılan/dışlanan kimliklerin demokratik/özgür ortamlarda yeniden ortaya çıkması kaçınılmaz. Ayrıca, bugün ve gelecekte Irak siyasetinde rol oynaması beklenen bütün aktörlerin muhalefet yıllarını İran’da geçirdiği malum. Evet, belki Irak’ta ‘velayet-i fakih’ uygulanmayacak, yani din adamları bizzat yönetmeyecek, ama bu demek değildir ki, Şii din adamlarının (Ayetullah Sistani’nin son iki yıldır oynadığı rol gibi) siyasette belirleyici bir etkileri olmayacak. Şiiliğin doğası gereği (ya da bir başka deyişle Şiiliğin siyaset anlayışı nedeniyle) İran ve Irak’ın kısa/uzun vadede yakınlaşmaları kaçınılmaz gözüküyor.
Burada İran açısından dezavantaj ya da paradoks olarak görülen nokta ise, ABD’nin bölgede artan askeri varlığı ve bunun ABD-İran ilişkileri bakımından muhtemel yansımalarıdır. Evet, ilk bakışta İran’ın düşmanı olarak görülen ABD 11 Eylül sonrası yaptığı operasyonlarla bir yandan kendi ‘düşmanlarını’ yok ederken, aynı zamanda İran’ın ‘düşmanlarını’ da bertaraf ediyor. Taliban Afganistan’ı ve Saddam Irak’ı bunun iki büyük örneği. El-Kaide ile savaş ise devam ediyor. Ama bir yandan da ABD, askeri bakımdan bölgede yoğunlaşıyor; İran’ın düşmanlarını devirdiği yerlere kendisi askeri bakımdan yerleşiyor. Bunun gelecekte ABD-İran ilişkileri bakımından doğuracağı sonuçlar dikkatle izlenmeye değer.
Yukarıda çizilen tablo ise diğer bölgesel aktörleri İran-Irak yörüngesinde bir ‘Şii kuşağı’nın oluştuğuna (ya da oluşmakta olduğuna) dair bir endişeye sevkediyor. Zira nüfus oranlarına bakıldığında, Bahreyn’in % 60’ı, Kuveyt’in % 30’u, Suudi Arabistan’ın % 14’ü, Lübnan’ın % 32’si Şii’dir. Bazı yorumcular bu listeye Oniki İmam Şiiliği yani Caferilik dışında kalan (Yemen nüfusunun % 73’ünü oluşturan) Zeydileri ve Suriye’de azınlık olmalarına rağmen iktidarda olan Nusayrileri de eklemektedir. Burada ABD açısından da bir paradoks mevcut: Ortaya çıkmakta olan bu Şii kuşağı görülebildiği kadarıyla Amerika (ve İsrail) karşıtı bir bakışa sahip; Amerikan hükümetlerinin kendi eliyle yaratmakta olduğu fakat kendisine düşman bu kuşakla nasıl başa çıkacağı dikkate değer bir soru olarak akla geliyor. Bu muhtemel gelişmelerden en fazla endişe duyan (ve bunu uluslararası platformlarda da ifade etmekten kaçınmayan) ülke ise Suudi Arabistan. Bir kere inanç bakımından Suudi Arabistan’ın resmi mezhebi olan Vahhabilik, Şiiliği kabul etmiyor ve ‘kafir’ olarak görüyor. İkincisi, Suudi Arabistan’daki Şii nüfus doğudaki petrol bölgelerinde yaşıyorlar ve komşu Bahreyn ve Kuveyt’teki varlıkları da düşünüldüğünde önemli etkileşimlere açıklar. Zaten Şii kuşağından endişe duyanların bir gerekçesi de, bu kuşağın petrol bölgelerini kontrol edecek olması. Sırf bu endişeler nedeniyle, İran’ın Körfez bölgesindeki etkisini sınırlayabilmek için, daha 1980-88 İran-Irak savaşı sırasında bölge ülkeleri Körfez İşbirliği Örgütü’nü kurmuşlar ve var güçleriyle Irak’ı desteklemişlerdi.
Ürdün, Suriye, Mısır gibi ülkeler ise Irak’ın güçlü bir Arap ülkesi olarak bölge denkleminden çekilmesinden rahatsızlar. Bu onları İsrail (İran ve belki Türkiye) karşısında daha da zayıf bir konuma sokacaktır. Hiç şüphesiz, ‘neo-conların’ bütün hesaplarına rağmen, yeni oluşan Irak rejimi İsrail karşıtı olacak; ancak bu Irak’ın askeri bakımdan güçsüz ve siyasi bakımdan istikrarsız bir devlet olacağı gerçeğini değiştirmiyor.
Peki Türkiye bu gelişmeleri nasıl görüyor ve muhtemelen nasıl etkilenecek? Hiç şüphesiz Türkiye için en ideal çözüm Saddam Hüseyin ve Baas Partisinin yeni dünya dengelerini doğru okuyarak geri adım atması, uluslararası sistemle uzlaşarak, içeride de tedrici bir demokratik tecrübeye ve toplumsal uzlaşmaya girişmesi olabilirdi. Ancak bir kere eski yapı yıkıldı, tabir caizse pandoranın kutusu açıldı. Öncelikle Türk kamuoyunun bu gerçeği iyi idrak etmesi lazım. Eskiyi geri getiremeyeceğimize göre ise, bölgemizde meydana gelen yeni gelişmelere yönelik gerçekçi pozisyonlar ve politikalar belirlemek ihtiyacı kaçınılmaz bir şekilde Türkiye’nin gündemine gelmektedir.