Türkiye’nin güvenlik ve dış politikası açısından tarihi öneme sahip günlerden geçiyoruz. Bugün alınacak kararların ve atılacak adımların uzun vadeli sonuçları olacağı açık. Ciddi bir testten geçecek Türkiye. Bu test bir anlamda Türkiye’den bağımsız bölgesel gelişmelerin bir sonucu. Bir anlamda ise Türkiye’nin uluslararası sistemde yürümeyi tercih ettiği bir yolun son ve en önemli durağı olarak karşımıza çıktı.
Bölgesel sarsıntılar son beş yıla yayılabilir. Arap Baharı dediğimiz sonra maalesef bölgesel istikrarsızlıklar ve çekişmeler haline dönüşecek olan süreç pek tabii ki Türkiye tarafından başlatılmadı. Hatta önceleri Türkiye’nin bu sürece ihtiyatlı bile yaklaştığı söylenebilir. Çünkü Türkiye Arap Baharı başladığında bölgeye yaklaşık on yıllık yatırım yapmış ve bu yatırımların karşılığını yavaşa yavaş almaya başlamıştı. Dolayısıyla ne yöne evrileceğinden emin olmadığı bir değişim sürecinin doğması ürkütücü olabilirdi. Fakat özellikle Libya’ya yönelik NATO operasyonu sonrasında Türkiye zaten normal şartlarda destekleyeceği bölgesel demokratikleşmeyi önemsedi. Çünkü Libya’da Batılı güçlerin Arap diktatörleri alelacele indirmeyi planladığı görünüyordu. Demokratikleşme Türkiye’nin zaten arzu ettiği fakat tek başına üretemeyeceği bir sonuçtu. Bu nedenle başlayan süreci desteklemek çok şaşırtıcı değildi.
TÜRKİYE ZOR OLANI SEÇTİ
Fakat tam da Libya operasyonu sonrasında Amerika bir kez daha pozisyon değiştirdi ve demokratikleşmeyi değil statükoyu tercih etti. Ortadoğu’da serbest ve adil seçimler yapıldığında iktidara gelme şansı çok yüksek olan her ülkedeki birbirinin benzeri ılımlı muhafazakâr gruplara verilen destek kesildi. Bunun yerine bu grupların karşısında kim varsa onlara destek verildi. Bu destek Suriye’de PYD’den başlayarak, Esed, İran ve Rusya üçlüsünü desteklemeye kadar vardı. Irak’ta ise İran’a alan açıldı. Buna karşılık Suriye ve Irak’taki tüm Sünni gruplara terörist muamelesi yapıldı ya da DEAŞ’ın kucağına itildi. Mısır’da Mursi’ye darbe yapıldı. Libya ikiye bölündü. Tunus’ta Gannuşi pasifize edildi. Türkiye’ye yönelik son dört senede yapılmadık operasyon bırakılmadı. Bunların hiçbiri Türkiye’nin tercihi değildi. Alelacele değişim ve demokratikleşme getirmek isteyen de sonra alelacele geri vites yapan da Amerika’ydı. Bu nedenle Türkiye tek başına ne bu karmaşayı yarattı ne de tek başına bu karmaşayı engelleyebilirdi.Fakat Türkiye bu sırada önemli bir tercih yaptı. O da bütün bu süreç esnasında kendine has bir pozisyon belirleme hedefiydi. İlk günlerinden itibaren Türkiye Amerikan merkezli beklentilerin içinde kendini eriten ve Amerika’nın peşinden giden bir tavır takınmak yerine kendi öncelikleri için direten bir ülke gibi davrandı. Aslında Türkiye Amerika’nın küçük ve “sadık ortağı” olmak yerine kendi çıkarlarına odaklanan bir büyük güç gibi davranmayı tercih etti. Suriye’de veya Irak’ta Amerika’nın bölgesel jandarması gibi davranması bekleniyordu. DEAŞ’a karşı Obama’nın deyimiyle “muazzam ordusunu Suriye’ye sokması” isteniyordu. Amerika’nın seçtiği yerde, istediği zamanda ve belirlediği düşmana karşı... Türkiye uzun yıllar bunu reddetti. Suriye’de bir savaşa tek başına sürüklenmemek için elinden geleni yaptı. Bir cephe ülkesi ve ileri karakol haline dönüşmeyi reddetti. Kendi iradesini ortaya koymak istedi. Zor olanı seçti. İyi veya kötü kendi belirlediği yolda yürümek istedi. Çünkü kendisinden beklenenin kısır bir döngü olduğunu yıllar boyu Soğuk Savaş’ta tecrübe etmişti. Amerika’nın peşine takılmak sonra yine Amerika’nın peşine takılmayı gerektiriyordu. Hatta Türkiye 90’lı yıllarda Batı ittifakına olan tek taraflı bağımlılığının terörle mücadelesinde bile elini kolunu bağladığına şahit oldu. Bu kısır döngüyü kırmak ve aktör haline dönüşmek istedi. Suriye’de kendisinin önceliklerine göre, kendi ulusal çıkarı çerçevesinde, kendi istediği yerde ve kendince belirlediği bir zamanda harekâta girişmeyi seçti.
Evet, DEAŞ tüm insanlığa bir tehdittir. Bu nedenle tüm insanlığın beraberce mücadele vermesi gerekir. Sadece Türkiye’nin değil. Ama güney sınırında istikrarsızlık ve terör kaynağı olabilecek bir oldubitti Türkiye için hayati bir tehdittir. Türkiye’nin sınırındaki terör örgütünün adı ne olursa olsun engellenmelidir. Bu nedenle Türkiye kendi ulusal çıkarlarını kendi imkânlarıyla savunmayı tercih etti.
KADER TAYİNİ PAHALI HEDEFTİR
Fakat her tercihin bir maliyeti vardır. Kendi kaderini tayin etmeye kalkışmak pahalı bir hedeftir. Hem klasik rakipleriniz hem de müttefikleriniz bu durumdan rahatsız olur. İran bölgesel rekabette bunu agresif bir tavır olarak algılama eğiliminde olacağı gibi Amerika bunu bir “sadakatsizlik ve kontrolsüzlük” olarak alacaktır. Müstakil davranış talebi dikkat ve öfke toplayacaktır. Tam da bu nedenle Türkiye’ye yönelik bir kampanya ile karşı karşıyayız. Türkiye’nin bu bağımsız tavrı sonlandırılmalı ve Amerikan lokomotifini takip eden bir vagon haline dönüştürülmelidir. Bunun bir sonucu olarak Türkiye’de her türlü terör örgütü sırayla ayaklanabilir. Darbe teşebbüsleri olabilir. Dışarıda ise hiç de beklenmedik aktörler aynı safta düzen tutabilir. Eski düşmanlar dost olabilir. Türkiye karşıtlığı Amerika’nın Suriye’de Rusya’ya, Irak’ta ise İran’a göz yummasına neden olabilir.Bu durum hem bölgesel gelişmelerin hem de Türkiye’nin bağımsız hareket etme tercihinin bir sonucu olarak ortaya çıktı. Yorucu ve riskli olduğuna hiç şüphe yok. Fakat Türkiye bu esnada bir karar daha vermek zorunda. Ya bu başladığı işi devam ettirecek ya da başladığından daha da geri bir noktaya çekilecek. Artık statusquoante yok. Ok yaydan çıkmış. Bu testten başarıyla çıkabilecek olan Türkiye gerçek anlamda bir aktör haline dönüşecektir. Aksi takdirde bir figürana dönüşecektir. Öncelikleri iyi belirleyip o öncelikler çerçevesinde stratejik bir karar almak ve bu kararı ısrarlı bir biçimde takip etmek gerekecektir.
Türkiye başarmak istiyorsa, Suriye ve Irak’taki süreçleri aynı anda yönetmek ve bunu teslim olmadan gerçekleştirmek zorundadır. Bu yolda alınacak en önemli karar ise Suriye ve Irak sarkacında ne tarafa yükleneceğini iyi tespit etmekten geçer. Enerjisini belli bir noktaya toplayabilen Türkiye sonuç alır. Fakat odak kaybına uğrarsa yanlış mecralara savrulabilir. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın dile getirdiği yeni savunma stratejisi bu nedenle önemlidir. Terör örgütlerini kendi sınırları içinde değil daha ötelerde karşılamak bu anlamda atılacak ilk adımdır. Türkiye şayet güney sınırında kurulacak herhangi bir küçük devlet ve devletçiklere müsaade edecek olursa, yüzyıllar boyunca kurtulamayacağı bir istikrarsızlık ve terör sıkıntısıyla karşılaşabilir. Zaten bu devletçikler Türkiye’yi kontrol altında tutmanın bir aracı olarak dizayn ediliyor. Avrupa’nın Ortadoğu ile arasında bir tampon bölgeye dönüştürülmek isteniyor.
MUSUL ÖNEMLİ AMA...
Bulgaristan çapında bir devlete dönüşmek istemeyen Türkiye bu testten başarıyla çıkabilecek iradeyi göstermek zorundadır. Suriye’nin ve Irak’ın kuzeyinde doğabilecek bu devletçikler kendi kendine yeter aktörler olamayacağından önlerinde iki seçenek olur. Birincisi bir başka devletin üssü haline dönüşmektir. İkincisi ise başarısız bir devlet, kırılgan bir rejim olmaktır. Her ikisi de Türkiye’nin hayati çıkarları açısından sorunludur. Hem terör saldırıları hem de konvansiyonel saldırılar için güneyinde üsler kurulmuş olur.Bunlara engel olmak isteyen Türkiye’nin öncelikle PYD’ye odaklanması gerekir. Bugün PYD, PKK’dan dahi öncelikli bir tehdit haline dönüşmüştür. PKK ile organik bağa sahip bu örgütün bir devletçiğe dönüşmesi durumunda Türkiye’ye yönelik terörün merkezi haline gelmesinden kimsenin şüphesi olmasın. Bu nedenle Türkiye Fırat Kalkanı ile inisiyatifi ele aldı ve böylesi bir oluşumu durdurdu. Şimdi tam bunu geriye doğru sarmanın zamanıdır. Bu da PYD’nin yayıldığı alandan temizlenmesi demektir.
Bu aşamada Musul’a yönelik operasyon haberlerinin patlak vermesi oldukça kafa karıştırıcı bir durumdur. Aslında Türkiye’nin dikkatini dağıtabilecek ve Türkiye’yi ikinci bir cephede mücadeleye zorlayabilecek olması nedeniyle dikkatli olmakta fayda var. Tabii ki Musul Türkiye açısından önemli bir adrestir. Türkiye’nin stratejik hesaplarında kaçınılmaz bir yere sahiptir. Fakat şimdilik güvende olduğunu düşünebiliriz. Türkiye’nin Kuzey Irak’taki varlığı ve Musul operasyonunun doğası Türkiye için güvenli bir aralık oluşturuyor. Ayrıca adı geçen Musul operasyonunun ciddiye alınır tarafı olmadığı gün geçtikçe ortaya çıkıyor. Bir gün Musul’a gerçek bir operasyon yapılırsa bile, Türkiye’nin Irak’taki varlığı gerektiğinde müdahil olabilmesini sağlayacaktır. Fakat zaten şimdilik göründüğü kadarıyla ortada operasyonun tarafları arasında ne bir uzlaşı var ne de gerçek bir Musul operasyonu. Bu nedenle Türkiye Irak’ta savunmada kalmaya devam edebilir. Bu sayede de dikkatini Suriye’ye yöneltebilir ve Suriye’de daha atak bir tutum takınabilir.
Gerekirse PYD’nin işgal ettiği alanlara doğrudan bir operasyon gündeme alınmalıdır. Bu operasyon hem gerekli hem de mümkündür. Mümkündür çünkü Amerika Suriye’ye gelmemekte gerçekten kararlıysa, Türkiye’nin hızla gerçekleştirebileceği operasyonlar önemli sonuçlar üretebilir. Gereklidir çünkü Türkiye’nin en öncelikli güvenlik meselesidir. Türkiye gerçekten otonom bir aktör olacaksa çevresindeki istikrarsızlık alanlarını kurutmalıdır.
[Star Açık Görüş, 6 Kasım 2016].