İsrail ile ilişkilerin normalleşmesi yönündeki anlaşma aynı zamanda her iki devlet için bir muhasebedir. Mavi Marmara olayında, bugüne kadar taraflar ne yaptıklarını, neleri doğru yaptıklarını, hangi sonuçları elde ettiklerini muhasebe ettiler. Bu süreç içerisinde bazı hamlelerin, istedikleri getiriyi sağlamadığını düşündüler ki bir anlaşma noktasına vardılar. Eğer devam eden gerilim tarafların menfaatine olsaydı, kimse ülke kamuoylarına anlatması zor olan bu anlaşmaya girişmek istemezdi.
Türkiye kendi namına dış politikada yaşadığı sıkıntıları, Suriye’de tıkanan dünya sistemini ve bu tıkanıklıktan kendi namına düşeni, sayfanın bir kenarına koydu. Orta Doğu’da çöken devletleri, İran’ın Suriye diktatörü Esad’a verdiği mezhepçi desteği, Mısır’da devam eden darbe düzenini muhasebesine dâhil etti. Ülke içinde ve ülke dışında yürüttüğü terörle mücadele operasyonlarını da terazinin aynı kefesine koydu. Türkiye, Başbakan Binali Yıldırım’ın"Dostlarımızı arttıracağız, düşmanlarımızı azaltacağız" formülüne uygun olarak, tüm bu sıkışıklık içerisinde İsrail ile ilişkilerdeki gerilimi bitirmenin doğru olacağı kararına vardı. İsrail de benzer bir mantık içerisindeydi ki Türkiye’nin ilişkileri tamir etmek için ileri sürdüğü şartları, özü itibariyle kabul etti.
Türkiye benzer bir muhasebeyi Gazze ve "Filistin Davası" için de yaptı. Geçmişte Filistin için yaptıklarını düşündü. Erdoğan’ın İsrail’e yönelttiği terörist devlet ve soykırım suçlamalarını, "one minute" çıkışını ve en sonunda Mavi Marmara’yı. Ve tabii İsrail ile ilişkiler bu kadar gerilmemişken, Mavi Marmara öncesinde, gönderebildiği insani yardımları ve İsrail-Filistin arasındaki yapıcı rolünü. Apaçık bir cinayet ve hukuksuzluk olan Mavi Marmara baskını, aynı zamanda Gazze’nin neredeyse yegâne maddi ve manevi destekçisi olan Türkiye’nin elini kolunu bağladı.
Hamas ve Gazze’nin hesabına da bir muhasebe düştü. Bir yanda Türkiye’nin İsrail ile anlaşmasının duygusal yükü, öbür yanda tekrar açılabilecek insani yardım kanalları. Hamas ve Gazze halkı, "terk edilmiştik" duygusuna kapılıp anlaşmadan memnuniyetsiz olabilirdi. Neredeyse yegâne destekçileri olan Türkiye’nin de onları terk ettiği vehmine kapılıp, anlaşma karşıtı açıklamalar yapabilirlerdi. Ama öyle olmadı. Türkiye’nin şimdiye kadar olduğu gibi şimdiden sonra da elinden geleni yapacağına inandılar, anlaşma ile Gazze’ye insani yardımın girebilmesinden ve Türkiye’nin Filistin meselesinde İsrail üzerinde tekrar baskı kurabilecek pozisyona gelmesinden memnun oldular!
Peki ya İHH?
Mavi Marmara meselesinin birincil aktörlerinden birisi olan İHH’nın bir muhasebe yaptığını söyleyebilir miyiz?
Mavi Marmara tipi aksiyonerliğin ülkeye ve Filistin’e ne kazandırıp ne kaybettiğini hesapladılar mı?
Gazze’ye tekrar nitelikli insani yardım ulaştırabilmenin önemini düşündüler mi?
"Kahrolsun İsrail ve yerli işbirlikçileri" diye bağırarak İsrail’in kahrolmadığını gördüler mi?
İsrail’in duygu yoğunluğu ile değil akıl ve fikir yoğunluğu ile geriletilebileceğini fark ettiler mi?
Bir toplumun (Gazze) ve bir ülkenin (Türkiye) kaderini etkileyebilecek sonuçları olan eylemler hakkında, "Biz bağımsız bir sivil toplum örgütüyüz" demenin sorumsuzluk olabileceğini anladılar mı?
Hayır, kocaman bir hayır! Çünkü muhasebe yapmaya, şapkayı önlerine koyup düşünmeye hiç yanaşmadılar. Filistin’in en büyük destekçisi olan ülkeye ve onun liderine hain demeye varan laflar ettiler de "acaba biz yanlıyor olabilir miyiz" demediler. "Hükümet kendi sorumlulukları gereği, kendi baktığı yerden doğrusunu yapıyor, biz de kendi sorumluluklarımız gereği kendi baktığımız yerden doğrusunu yapıyoruz" demeye bile yanaşmadılar. Kendilerini Filistin davasının yegâne savunucusu zannettikleri için davanın haklılığının kendilerine de sirayet ettiğini zannettiler. Kendilerini Filistin ile kendilerini eleştiren herkesi de İsrail ile özdeşleştirdiler.
Kimseye yakışmayan bu keskin tavır, bir sivil toplum örgütüne hiç yakışmıyor. Herkesin yapması gereken muhasebeyi, en fazla sivil toplum örgütlerinin yapması gerekiyor!
[Türkiye, 2 Temmuz 2016].