Birçok kez söylendi, ancak hatırlatmakta fayda var. 24 Haziran seçimlerinden sonra Cumhurbaşkanlığı hükümet sistemi kurumsallaşacak, Türkiye’de devlet ve millet arasındaki mesafe biraz daha kapanacaktır. Demokratik yarışta kaybedenler veya bu yarışla hiç muhatap olmadan bürokrasi üzerinden dolayımlı olarak iktidarı talep edenler bir daha iktidar yüzü göremeyecektir. Bu seçimde ilk defa Cumhurbaşkanı ve milletvekilleri eş zamanlı olarak seçilecektir. 24 Haziran’da saygınlığı ve hoşgörüsü ile Cumhurbaşkanlığı koltuğunu dolduracak en centilmen kişi değil, ülkeyi idare edecek ve ulusal, bölgesel ve uluslararası nitelikli birçok sorunla ilgili karar verecek kişi seçilecektir. Seçilen Cumhurbaşkanı devleti yönetecektir. Parlamento aritmetiği yeni sistemin kurumsallaşması ve Cumhurbaşkanının kritik süreçlerde kararlı adımlar atması için önem arz etmektedir. Bu nedenle, 24 Haziran daha önceki Cumhurbaşkanlığı ve milletvekilliği seçimlerinden farklıdır.
Cumhur İttifakını oluşturan AK Parti ve MHP’nin bu seçimlerin önemine ilişkin farkındalığı oldukça yüksektir. Bu nedenle, özellikle AK Parti söylemsel ve kurumsal düzeyde kendi içindeki değişimi gerçekleştirmiş ve 16 Nisan gecesinden itibaren bir sonraki seçimler sanki yarınmış gibi hazırlıklarını yapmıştır. Erken seçim kararı alındığı andan itibaren bu iki parti bir yandan devletin bekası ve toplumsal sorunların çözümü için yeni sistemin sağlayacağı imkanları anlatırken diğer yandan seçim hukukunun gerektirdiği kararları almakta ve gerekli başvuruları yapmaktadır.
Türkiye’deki köklü değişimi engellemek isteyen statükocu partiler ise, 24 Haziran seçimlerini “köprüden önceki son çıkış” olarak görmektedir. Dolayısıyla, bu partiler tüm stratejilerini bu değişimin öncülüğünü yapan AK Parti karşıtlığı üzerine inşa etmekte ve çok tanıdık bir amaca odaklanmaktadırlar: Recep Tayyip Erdoğan’ı Cumhurbaşkanı seçtirmemek.
Başa saran kaset
24 Haziran’da iki seçim birden yapılacağı için CHP öncülüğündeki muhalefet partileri de yeni sisteme geçmeme amaçlarını iki ana strateji üzerine oturtmuştur. İlk strateji, Erdoğan karşıtlığı üzerine inşa edilmiş bir ortak aday formülü ile Cumhurbaşkanlığı seçimini kazanmaktı. Bu strateji muhalefet partilerinin adayı olarak seçilen kişinin parlamenter sisteme geri dönüşü sağlamasına dayanıyordu. Diğer strateji ise, bu geri dönüşün hukuksal zeminini sağlamak veya Cumhurbaşkanlığı seçiminin kaybedilmesi durumunda yeni sistemi işlemez kılmak için parlamentoda çoğunluğu elde etmeyi hedeflemektedir. Böylece, bölünmüş yönetim (divided government) ortaya çıkacak, muhalefet partileri yasama organı üzerinden yeni sistemi tıkayacak ve kamuoyu bu sistemin krizlere son vermediğine ikna edilecektir.
İlk strateji, yani ortak aday projesini yaşama geçirmek için muhalefet partileri çok yoğun çaba sarf etmiştir. Partiler arasındaki mekik diplomasisi günlerce sürmüştür. Özellikle Temel Karamollaoğlu ve Kemal Kılıçdaroğlu’nun her türlü ideolojik farklılığı görmezden gelerek ve pragmatizmin dibine vurarak son ana kadar canhıraş bir şekilde çabalamalarına rağmen ortak aday projesi akamete uğramıştır. Bu projenin başarısız olmasında iki faktör belirleyici olmuştur: İdeolojik uyum sorununu aşamama ve politik aktörlerin karakterleri.
Ortak aday projesinde Türkiye’deki sosyoloji de gözetilerek, muhafazakar-milliyetçi seçmenden oy alabilecek bir adayın belirlenmesi temel kriter haline gelmiştir. Aslında bu durum, CHP yönetiminin bahse konu sosyolojinin değerler setini dikkate alan siyaset üretmek yerine pragmatizme hapsolarak ve kolaycılığa kaçarak merkez sağdan bir aday göstermeyi tercih etmesi anlamına gelmektedir. Bu süreçte çeşitli isimlerin arasından muhalefetin ortak adayı olarak Abdullah Gül ön plana çıkmıştır. 11. Cumhurbaşkanı Gül aday olmak için çok geniş bir toplumsal mutabakatın oluşmasını şart koşmuştur...
Ancak, Gül ismi CHP içinde kendini ulusalcı veya Kemalist olarak nitelendiren kesimin tepkisini çekmiş ve hizipleşmelere neden olmuştur. Bu süreçte Kılıçdaroğlu ikili bir taktik izleyerek, bir yandan Abdullah Gül ihtimalinin peşinde koşarken, diğer yandan parti içi muhalif çıkışları dindirmek için üst düzey parti yetkililerine Abdullah Gül’ün gündemlerinde olmadığına dair açıklamalar yaptırmıştır. CHP seçmeni nezdinde ise Abdullah Gül “ikinci Ekmeleddin vakası” olarak karşılık bulmuştur. Dolayısıyla, ortak aday formülünün çökmesinde CHP’lilerin belirli bir kısmının ideolojik farklılıkları hazmetme kapasitelerinde yaşanan sorun önemli rol oynamıştır.
İflas eden ortak aday projesi, aslında siyasette yapılar kadar siyasi kişiliklerin de ne derece önemli olduğunu siyaseti takip edenlere tekrar hatırlatmıştır. Muhalefetin ortak aday çıkaramamasında ideolojik uyum sorununun yanı sıra, Akşener ve Gül’ün siyasi karakterleri de belirleyici olmuştur. Akşener siyaseten hırslı bir karakterdir. Akşener’in siyasi geçmişine bakıldığında bunun izlerini görmek mümkündür. Muhalefet cephesinde Akşener sürecin en başından itibaren yüz bin imza ile Cumhurbaşkanı adayı olacağını kamuoyuna deklare etmiş ve CHP’den İYİ Parti’ye Cumhurbaşkanlığı adaylığından çekilmesi için gönderilen 15 vekile rağmen Akşener adaylıkta ısrarcı olmuştur. Abdullah Gül ise, kendisi için sürekli zikredilen “risk almayan siyasetçi” nitelendirmesini haklı çıkaran bir tutum sergilemiş ve nihayetinde geniş toplumsal mutabakat oluşmadığı gerekçesiyle aday olmayacağını açıklamıştır.
Bu süreçte Cumhur İttifakı karşısındaki cephe çok dağınık bir görüntü sergilemiştir. Muhalefet partilerinin liderleri kişisel hırslarını ülke menfaatlerinin önünde tutan siyasi aktörler izlenimi vermiştir. İttifaklar için en önemli ön koşul olan ideolojik uyumun sağlanamaması ve siyasi gelecek kaygıları nedeniyle ortak aday projesi son bulmuştur. Böylece, kaset başa sarmış ve her partinin kendi adayını çıkarması noktasına gelinmiştir. Mevcut durumda Meral Akşener, Temel Karamollaoğlu ve Muharrem İnce muhalefet partilerinin Cumhurbaşkanı adayları olarak ortaya çıkmışlardır. Bu noktada, Kılıçdaroğlu’nun CHP Genel Başkanlığını bırakamadığı Muharrem İnce’ye Cumhurbaşkanlığını bırakıyor olmasının açıklanması zor bir durum olduğu ve Kılıçdaroğlu’nun siyasi geleceği açısından da önemli sonuçlar doğurabileceği not edilmelidir.
Muhalefet partileri her günün altın değerinde olduğu bu süreçte yaklaşık iki haftayı boşa harcamıştır. Üstelik bu süreçte akılda kalan tek mesele, CHP’den İYİ Parti’ye transfer edilen mutsuz ve huzursuz 15 vekil olmuştur. CHP bu hamlesi ile daha seçimleri kazanmadan vaat ettiği parlamenter sistemi nasıl icra edeceğini göstermiştir. Bu sistemin en büyük hastalıklarından birini seçmene hatırlatmıştır. 1990’lar Türkiye’sinde koalisyon hükümetleri döneminde çokça rastlanan partiler arası milletvekili transferleri ile siyaset müessesesinin nasıl itibarsızlaştırıldığını, güçlü sivil siyasetin yokluğunda iktidar alanının kimler tarafından doldurulduğunu ve bu sürecin nasıl ekonomik ve toplumsal krizlere dönüştüğünü seçmen hafızasında tazelemiştir.
Meclis üzerinden krize oynamak
Bugün gelinen noktada, Cumhur İttifakı karşısındaki cephe –ittifak kararı alınsa da bu yazının kaleme alındığı saatlerde adı kamuoyuna duyurulmamıştı- Cumhurbaşkanlığı için umudunu kesmiş ve milletvekili seçimlerine yüzünü dönmüş görünmektedir. Nitekim, muhalefet partileri yukarıda bahsedilen ikinci stratejiyi olgunlaştırmışlar ve milletvekilliği seçimleri için bir ittifak kurmuşlardır. İkinci stratejide amaç parlamentoda çoğunluğu elde ederek, Cumhurbaşkanına iş yaptırmamak ve parlamenter sisteme geri dönüşün zeminini hazırlamaktır.
Cumhur İttifakı karşıtı cepheyi milletvekili seçimlerinde ittifaka zorlayan unsur, Türkiye’de Nispi Temsil Sisteminin D’Hondt usulü ile uygulanması neticesinde ortaya çıkan artık oy meselesidir. Bu strateji ittifak düzenlemesinin “ittifak yapan siyasi partilerin milletvekili sayısının hesaplanmasında ittifakın toplam oyunun esas alınacağı” hükmüne dayanmaktadır. İttifak yaparak artık oyların AK Parti’ye yaramaması, boşa gitmemesi ve muhalefetin parlamentodaki milletvekili sayısını artırması hedeflenmektedir.
Bu strateji, dört benzemez partinin elitleri arasında kurulan işbirliğinin seçmen tabanında da karşılık bulacağını varsaymaktadır. Muhalefet cephesinde ittifakı kovalayanlar, siyasi elitlerin kendilerinde hissettikleri AK Parti ve Recep Tayyip Erdoğan karşıtlığının tüm ideolojik farklılıkların ve siyasi geçmişin üstünü örterek seçmeni aynı hedefe kanalize edeceğine inanmaktadır. Bu bağlamda, ikinci stratejinin başarısı, muhalefet partilerinin kurdukları ittifakın kendi tabanlarındaki karşılığına bağlıdır. Ancak siyasal söylem, muhalefetin konsolidasyonu ve kendi tabanına açıklayabilme açısından bu ittifakın birtakım marazları barındırdığını söyleyebilmek mümkündür.
Her şeyden önce bu dört benzemez partinin oluşturduğu ittifakın AK Parti karşıtlığı ve Türkiye’yi bir belirsizliğin içine sokacak parlamenter sisteme geri dönüş vaadi dışında toplumsal kesimlere ne söyleyeceği bir muammadır. İkinci olarak, bu ittifak muhalefeti tam anlamıyla kuşatamamakta ve konsolide edememektedir. Aslında “sıfır baraj ittifakı” olarak yola çıkan ve başlangıçta HDP’yi de kapsamak isteyen bu ittifak, gerek İYİ Parti’nin HDP ile yan yana gelmek istememesi gerekse CHP içindeki ulusalcı seçmenden gelecek tepkiler nedeniyle HDP’yi dışarıda bırakmak zorunda kalmıştır. Ancak, bu noktada CHP’nin bir yandan resmi ittifak içerisinde kalırken diğer yandan 7 Haziran seçimleri -Pavey ve Demirtaş’ın havaalanındaki diyalogları unutulmamalı- ve 16 Nisan referandumunda yaptığı gibi HDP ile gizli bir şekilde iş tutabileceği, hatta HDP’ye yakın bazı isimlere listelerinde yer verebileceği hesaba katılmalıdır. Böyle bir taktik, bu ittifak içindeki partilerin birbirlerine karşı olan samimiyetlerini ve şeffaflığını da problemli hale getirecektir.
Üçüncü olarak, özellikle CHP ve Saadet Partisi’nin bu ittifakı seçmen tabanlarına açıklayabilmeleri oldukça zordur. Bu açıdan en sıkıntılı parti Saadet Partisi’dir. Saadet Partisi bu ittifak içerisinde yer alarak, vesayetçi sisteme geri dönüş çağrılarına eşlik etmektedir. Oysa vesayetçi parlamenter sistemin en fazla mağdur ettiği toplumsal kesimlerin başında Saadet Partisi seçmeni gelmektedir. Saadet Partisi yıllarca milli görüşü ötekileştiren, örseleyen ve siyaset dışına itmeye çalışan zihniyetin partisi ile ittifaka girmeyi kendi seçmenine nasıl gerekçelendirecektir?
Özetle, Türkiye’de toplum son dönemde bireysel ve partisel düzeyde siyasi eksen kaymalarına tanıklık etmiştir. 24 Haziran seçimlerine giderken bu eksen kaymaları siyasi mühendislik projelerinin yaşama geçirilmesi çabalarına ve zoraki ittifaklara olanak sağlamıştır. Fakat Türkiye’nin yakın dönem siyasi tarihine bakıldığında, milletin siyaset mühendisliklerine hiçbir zaman prim vermediği görülmektedir.
[Star Açık Görüş, 6 Mayıs 2018].