SETA > Yorum |
Halep Restleşmesi Musul Ve Yeni Jeopolitik Riskler

Halep Restleşmesi Musul Ve Yeni Jeopolitik Riskler

Türkiye’nin, Suriye’deki politik tercihleri ve askeri angajmanları Irak’taki pozisyonunu; Irak’takiler ise Suriye’deki pozisyonunu güçlendirecek yahut zayıflatacak niteliktedir.

Halep’te ateşkesin sona ermesinden bu yana giderek şiddetini artıran Rus ve rejim güçlerinin saldırıları, Suriye krizini daha da derinleştirecek bir durum ortaya çıkardı. Rusya’nın artan saldırıları karşısında ABD, bilinçli olduğu görüntüsü taşıyacak bir biçimde rejim askerlerini yanlışlıkla bombaladığını duyurdu. Buna mukabil, Rusya ve rejim güçleri tarafından düzenlenen hava saldırısında insani yardım konvoyları vuruldu. Hâlihazırda Rusya, rejimle birlikte Halep’e yönelik sürdürdüğü bombalı saldırılarının yoğunluğunu artırarak; hem kendisinin hem rejimin pozisyonunu tahkim etmeye çalışıyor. Söz konusu gelişmeleri takiben ABD, Rusya ile Suriye krizinin çözümü için oluşturulan diplomatik diyalog zeminini sona erdirdiğini deklare etti. Dahası ABD; Obama Yönetimi’nin muğlak, etkisiz ve nihayetinde başarısız kılınmış Suriye politikasının, yeni bir tezahürü şeklinde yorumlanabilecek askeri seçenekleri tekrardan gündeme getirerek rejimi hedef alabileceği imasında bulundu. Bu mesaj üzerine Kremlin, rejime yönelik muhtemel bir ikinci askeri saldırıyı, kendilerine yapılmış sayacaklarını beyan etti. Görüleceği üzere, Halep hattında yeniden belirginleşen ABD-Rusya çatışması, son haftalarda Suriye krizine yeni bir boyut kazandırdı. Böylece uzun zamandan beri Beyaz Saray-Kremlin arasında görünüşte ortaya çıkan uzlaşı ve diplomatik zemin, kaybolmak suretiyle yerini karşılıklı restleşmeye bıraktı.

Kuşkusuz büyük güçlerin, bu noktaya evirilmesine yol açan birçok sebepten bahsedilebilir. Ancak taraflar arasındaki temel sorumluluğu artık birçok kişi ABD’ye yüklüyor. Birincisi; elbette ki Obama’nın, ABD’nin Suriye krizindeki stratejik üstünlüğünün ve diplomatik inisiyatifinin her geçen gün güç kaybetmesine sebep olan tercihleriydi. Dışişleri Bakanı Kerry’nin geçtiğimiz günlerde medyaya sızan konuşmasında; Suriye’ye yönelik askeri müdahale konusunda yönetimde nasıl yalnız kaldığını söylemesi, Obama’nın retorikten öte geçemeyen Suriye politikasının ispatı niteliğindeydi. İkincisi; ilk nedenin doğrudan ve doğal bir sonucu olarak tezahür etti. Zira Obama inisiyatifi kaybettikçe Suriye krizi derinleşti ve çeşitlendi; çeşitlendikçe, iç ve dış aktörler arasında “aşırı-yerelleşmiş” (hyper-localized) bir iç savaş hali ortaya çıktı. Böylelikle ABD, Suriye krizindeki stratejik üstünlüğünü Rusya’ya devretti. Üçüncüsü ise; Suriye’yi ‘stratejik öncelik’ düzeyinde sınıflandırmamasından kaynaklı olarak Obama, haliyle krizle birlikte patlak veren terör, DAEŞ, mülteci krizi vb. sonuçlara odaklanmak zorunda kaldı. 2014 yılını müteakip Obama, birincil önceliğini ‘DAEŞ ile mücadele’ olarak belirledi. Oysa DAEŞ’i merkeze alan Suriye stratejisi; Rusya’nın askeri varlığını konsolide etmesini, İran’ın sahaya daha fazla müdahil olmasını, keza rejimin de muhalifler karşısında daha güçlü tutunmasını sağladı. Nitekim Obama’nın DAEŞ önceliği, ABD’nin bölgesel müttefiklerinin tanımlanmış güvenlik önceliklerini de ikinci plana atmasına neden oldu. Kaldı ki ABD, başlangıçta onlarla birlikte gözüktükleri tablonun çok uzağına, başka bir resmin içine kendini yerleştirdi. Ancak stratejisini yerelleştirdikçe süreci istediği gibi yönetemedi ve Suriye krizindeki büyük resmi giderek okuyamaz hale geldi. Böylece ABD, Rusya’yı Suriye krizinin çözümünde temel aktör; kendisini ise, Rusya’nın giderek artan askeri angajmanları karşısında bunu dengelemeye çalışan bir aktör konumunda buldu.

TÜRKİYE’NİN POLİTİKASI NET
Mevzubahis stratejinin bölgesel ve yerel aktörler tarafında birbiriyle çakışan bir sonuç üretmesi; ABD’yi, Rusya ve rejim karşısında güvenilmez bir aktöre dönüştürürken, aynı zamanda yalnızlaştırdı. Bu etkisiz politikanın, hesaba katılmayan beklenmedik bir sonucu daha oldu. ABD’nin, DAEŞ’le mücadeleyi Suriye krizinin bir çıktısı olarak görmek yerine tekil bir sorun şeklinde ele alması üzerine zuhur eden karmaşa ve güvensizlik ortamı; yerel aktörlerin DAEŞ’e karşı müstakil stratejiler ve askeri önlemler geliştirmesiyle neticelendi. Böylece Suriye krizi boyunca, kendi jeopolitik gerçekliklerini sahaya yansıtmaya çalışan birçok devlet ve devlet-dışı aktör belirdi. Mevcut aşamada, giderek Guernica’ya dönen bir Halep ile DAEŞ’le mücadelede sonu belli olmayan bölgesel bir parçalanmayla yükselişe geçen bir tansiyon söz konusu. Bu tansiyonun, yarattığı jeopolitik basıncı en çok hisseden ülkelerin başında ise Türkiye geliyor.

Türkiye’nin, Suriye ve Irak bağlamında gerek taktik ve gerekse stratejik düzeyde karşı karşıya olduğu çok önemli zorluklar mevcuttur. Bunların içerisinde en kritik ve hassas olanı; Türkiye’nin, Suriye ve Irak’ta izlediği müstakil stratejiyle ilgilidir. Zira Türkiye’nin DAEŞ’e karşı yürüttüğü operasyonun temposu ve genel politikalarıyla kavga halinde olan birçok aktör söz konusudur. Aslında, Türkiye’nin stratejik düzeyde Suriye ve Irak krizlerinden doğan istikrarsız ve parçalanmış yakın kuşağına yönelik politikası gayet nettir: DAEŞ’ten kurtulmak; etnik ve mezhepsel çatışmanın önüne geçmek; Irak ve Suriye’nin toprak bütünlüğünü korumak. Ne var ki, Türkiye’nin bu üç amacını gerçekleştirebilmesi için hem Suriye’de hem de Irak’ta eş zamanlı ve kademeli bir strateji izlemesi gerekiyor. Diğer bir anlatımla Türkiye’nin, Suriye’deki politik tercihleri ile askeri angajmanları Irak’taki pozisyonunu; Irak’takiler ise, Suriye’deki pozisyonunu güçlendirecek yahut zayıflatacak niteliktedir. Tüm bunlardan daha önemlisi ise Türkiye’nin, bu politikalarını baskılayan ‘iki büyük güç’ ile belli ölçülerde müşterek çalışabileceği bir diyalog zemini tesis etmek zorunda kalmasıdır.

İKİ BAŞİKA KRİZİ
Mevzuyu makro perspektiften yorumladığımızda, ABD ve Rusya’nın öncelikleriyle Türkiye’nin öncelikleri arasında var olan makas giderek açılıyor. Zaten bu iki aktörün arasındaki çatışma, Türkiye’nin her iki sahadaki politikasını doğrudan etkisi altına alıyor. Somutlaştırma noktasında; geçtiğimiz son bir yıl içerisinde yaşadığımız iki Başika krizi örnek verilebilir. İlk Başika krizi, Rus uçağının düşürülmesinin hemen akabinde yaşanırken; ikincisi, ABD ile uzlaşmazlıkların arttığı bir döneme tekabül etti. Krizlerin yaşanmasının arkasında muhtelif sebepler yatmakla birlikte, Türkiye’nin bu iki ülkeyle yaşadığı gerginliğin, sahadaki planlarını ve hedeflerini doğrudan etkileme kapasitesine sahip olduğu aşikârdır. Öncelikle, Irak iç siyasetindeki dengeler ve bu dengelere Türkiye’yi hedef alarak nüfuz etmeye çalışan diğer bölgesel aktörler (İran gibi), bu krizin çeşitlenmesine ve ivme kazanmasına yol açıyor. Hâlihazırda Suriye’de sürdürdüğü askeri operasyona ilaveten Türkiye’nin; DAEŞ’e karşı Musul’da düzenlenecek operasyonda birtakım şartlar ileri sürerek aktif rol almak istemesi, Ankara’nın yukarıda zikredilen öncelikleri arasında ince bir denge kurması zaruretini ortaya koyuyor. Daha açık ve gerçekçi bir tabirle, stratejik hedefleri taktiksel düzeyde sahaya yansıtmak öngörüldüğü gibi kolay gerçekleşmiyor. Zaten yerel aktörler ile küresel aktörler arasında Türkiye’nin, etkin ve sorunsuz işleyen bir şekilde varlık göstermesi birçok engelle karşı karşıyadır. Tüm bu gelişme ve gerekçelere, yapısal ölçüde engel teşkil eden birkaç faktör daha ilave edilmelidir:

Türkiye’nin Suriye ve Irak konusunda müstakil ve otonom bir strateji izlemesini istemeyen ABD-Rusya ikilisi, Ankara’ya sınırlandırılmış bir rol biçiyor.

Suriye meselesinde Ankara’nın, Kremlin’den farklı bir duruş sergilemesi; elbet Ankara’yı yakın tehditler ile orta vadeli tehditler arasında bir seçim yapmaya zorluyor. Bu bağlamda, örneğin Türkiye’nin El-Bab’ı ele geçirerek DAEŞ’i Rakka’ya çekilmeye zorlaması; Halep üzerinde, Rusya ile Türkiye’yi karşı karşıya getirme riski barındırıyor.

ABD’nin stratejisi ile Türkiye’nin izlediği strateji arasındaki farklılaşmalar, Ankara-Washington hattındaki gerginliği daha fazla tırmandırıyor.

Bölgesel aktörler arasındaki önceliklerin farklılaşması; bütün aktörlerin müstakil strateji izlemesine yol açarak, esasında DAEŞ karşıtı yerel aktörlerin etkinliğini azaltıyor.

Stratejisini sahaya taktiksel düzeyde yansıtmaya çalışan Türkiye, ikincil yerel aktörler aracılığıyla yerel ölçekte güç projeksiyonu uygulama konusunda zorluk yaşıyor.

Bir bütün olarak tüm bu kısıtlamaların, Türkiye’nin gerek Suriye ve gerekse Irak’ta DAEŞ’e yönelik benimsediği politikasında ciddi engeller ortaya çıkarabilir. Bu da, Ankara’ya stratejisini yeniden formüle etme noktasında yoğun bir baskı yaratabilir.

IRAK’LA ANLAŞMAK MÜMKÜN MÜ?
Bu durumun en iyi izlenebileceği örnek Musul ve Başika meselesi olacak gibi. Türkiye’nin aslında Musul operasyonuna yönelik pozisyonu oldukça açık: Musul operasyonu sırasında ve sonrasında Irak’ta zaten bozulmuş demografik dengenin Musul’da benzerinin yaşanmasına engel olmak ve Musul’u DAEŞ sonrasındaki geleceğe istikrarlı ve güvenli bir şekilde taşımak. Yani DAEŞ öncesi statükonun yeniden kurulması Türkiye’nin en önemli önceliklerinin başında geliyor. Çünkü bu hedefi hali hazırdaki politikaları nedeniyle ABD’nin ve Irak hükümetinin kendi başına bile bozma ihtimali çok yüksek.

Bu nedenle, Türkiye’nin Irak merkezi hükümeti ile Başika ve Musul konusunda uzlaşması, ABD’yi ikna etmesi ve en önemlisi de kendi stratejisinin işlerlik kazanmasını sağlayacak yerel ortaklarını etkin bir şekilde mobilize etmesi gerekiyor. Diğer bir ifadeyle, Türkiye’nin müstakil görünen stratejini ortaklaştırması bunu yaparken de stratejisini Musul merkezli değil Irak merkezli bir çizgiye taşıması gerekiyor. Peki, bu mümkün olabilir mi? İste asıl sorun da burada başlıyor.

İlk sorun, Irak iç siyasetinde yaşanan istikrarsızlık ve güç mücadelesinin Musul operasyonunda Türkiye’nin varlığını etkileyecek bir boyuta taşınabiliyor olması. Irak siyasetinde Şii aktörler arasındaki mücadele ve Maliki’nin Haşdi Şabi üzerinden gücünü konsolide etmesi hem Başbakan Abadi’yi etkisizleştiriyor hem de DAEŞ’e karşı mücadelede mezhepsel çatışmayı körükleyecek yeni dinamikler ortaya çıkarıyor. Öte yandan 2017 Vilayet seçimleri ve 2018’deki parlamento seçimleri birlikte düşünüldüğünde, Haşdi Şabi ekseninde oluşan yeni siyasi askeri blokun Irak siyaseti içinde bir ağırlık merkezine dönüşmek istemesi Musul operasyonunu yerel aktörler arasında daha fazla çekişmeli bir konu haline dönüştürmüş durumda. İkinci sorun ise ABD’nin Türkiye’nin varlığına ilişkin muğlak tavrı. Nitekim Başika krizinin yeniden çıkmasının arkasında Irak içi siyasi çekişmenin yanı sıra ABD’nin rolünün olduğunu da düşünmekte fayda var. Öte yandan ABD’nin Türkiye’nin müstakil bir strateji izliyor olmasının önüne geçmeye çalışacağını tahmin etmek hiç de zor değil. Üçüncü zorluk ise, Türkiye’nin Başika üzerinden eğittiği birliklerin Musul’un kurtarılmasında askeri olarak ne kadar etkili olacağı sorunu. Askeri olarak Musul operasyonunun uzun süreceği ve zor olacağına yönelik beklenti hayli yüksek. Özellikle Musul merkezinin ele geçirecek kuvvetin kim olacağı bu bakımdan son derece önemli. Türkiye’nin, Haşdi Şabi’nin Musul merkezine ve Telafer’e girmemesi gerektiğine yönelik itirazı da mezhepsel gerginliğin tırmanma ihtimali.

Daha birçok dengeyi birlikte düşünmek lazım. Bu nedenle, Musul üzerinden Türkiye’nin yeniden düzenlemeye çalıştığı dış politika ajandasını riske etmemesi için diyalog merkezli bir yol takip etmesi son derece önemli. Son olarak hem Al-Bab operasyonu hem de Musul operasyonuna dair Türkiye’deki tartışmalarda politik mesajın askeri hedefin önüne geçmemesi için azami dikkat göstermek gerekiyor.

[Star Açık Görüş, 9 Ekim 2016].