Venezuela’da yaşanan gelişmeleri bütün ülkeler yakından takip ediyorlar. Zira bu ülkede yaşanan gelişmelerin sadece Venezuela’nın ya da Latin Amerika’nın iç meselesi olmadığını herkes görüyor.
Uluslararası ilişkilerde eski normların geri geldiğini söyleyenler var Venezuela örneğiyle.
Uluslararası ilişkilerde gücün öne çıkması ve hukukun geride kalması açısından eski normların geri geldiğini söylemek doğru olabilir belki. Venezuela’da yaşanan da, gerek yerel gerekse küresel aktörler açısından açık bir güç mücadelesi nihayet. Ülkenin dünyanın en büyük petrol rezervlerine sahip ülkesi olması da bu güç mücadelesini kaçınılmaz kılıyor.
Ancak uluslararası ilişkilerde gücün öne çıkması açısından bakıldığında, dünya zaten hep aynıydı. BM Sistemi diye adlandırdığımız dönemde yaşanan Vietnam ve Afganistan Savaşları gibi çatışmalar da uluslararası hukukun değil gücün belirleyici olduğunun göstergesiydi.
Güç merkezli uluslararası sistem açısından yeni bir şey yok aslında. Dolayısıyla eski normların geri geldiği de yok. Yani gücü öne çıkaran normlar hep vardı zaten.
Normlar maalesef hep güç üzerinden şekillense de, yöntemlerin dönemsel olarak değiştiğini söyleyebiliriz. Bazı dönemlerde doğrudan askerî müdahaleler güç politikasının temel aracı olarak öne çıkarken, bazen ekonomik ve diplomatik baskı araçlarıyla hedef ülkenin iktidarının zayıflatılması, kimi zaman ise hedef ülkede iş birliği içerisinde olunan ordunun devreye sokularak darbe yapılması öne çıkan araçlar olabiliyor.
Irak’ın 2003’te ABD ve müttefikleri tarafından işgali, Rusya’nın 2008’de Gürcistan’ın Güney Osetya, 2014’te Ukrayna’nın Kırım bölgesini işgal etmesi doğrudan askerî müdahalelerin en yeni örnekleri olarak gösterilebilir. Bu müdahalelerin ortak özelliği, meşru müdafaa ya da Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi kararı çerçevesinde yapılmamış olmaları, yani uluslararası hukuka göre meşru olmamalarıydı.
İran’a karşı ABD’nin tek taraflı olarak yürürlüğe koyduğu ve bütün ülkelerin uymasını beklediği ekonomik yaptırımlar da güç politikasının başka bir aracı olarak karşımıza çıkıyor. Burada da ABD’nin uluslararası hukuku açık bir şekilde ihlal ettiğini, uluslararası bir anlaşmadan tek taraflı olarak çekilerek güç politikasına geri döndüğünü görüyoruz.
Mısır ve Türkiye’de Batılı ülkelerin desteğiyle gerçekleştirilen ya da gerçekleştirilmeye çalışılan darbeler de uluslararası ilişkilerde hukukun bir kenara atılıp gücün ön plana alındığı girişimlerdi. Bu şekilde demokratik seçimlerle işbaşına gelmiş, ancak Batı’nın çıkarlarına aykırı politikalar izleyen iktidarların devrilmesi ve daha uyumlu politikalar izleyecek yönetimlerin kurulması amaçlanmıştı.
Mısır’da bu başarılı da oldu. Ancak ordunun doğrudan yönetimi devralmasını esas alan klasik darbelerden farklı olarak önce milyonlarca Mursi karşıtı sokaklara dökülerek ülke yönetilemez hâle getirildi. Sonrasında ise ordunun müdahalesinin meşru zemini oluştuğu iddiasıyla ABD, İngiltere, Fransa, Almanya, Suudi Arabistan, BAE ve İsrail’in istemediği Mursi yönetimi devrildi.
Türkiye’de ise bu yöntem işe yaramadı. Darbecilerin karşısına dikilen halk meşru iktidara sahip çıkınca bu müdahale girişimi başarısız oldu.
Şimdi Venezuela’da güç politikasının yeni bir yüzüyle karşı karşıyayız.
Doğrudan askerî müdahale yok. Ancak olabileceği yönünde tehditler var.
Darbe yaptırabilecekleri bir ordu yok. Ancak orduyu kendi yanlarına çekmeye yönelik yoğun çabalar var.
Muhalif halkı sokaklara döktüler. Ancak bunun yeterli olmadığını gördükleri için muhalif lideri ülkenin meşru devlet başkanı olarak tanıma yoluna gittiler.
Mevcut devlet başkanının meşruiyetini kaybettiği algısını oluşturup, daha fazla insanın muhaliflerin saflarına katılmasını sağlamayı amaçlıyorlar. Daha da önem verdikleri ise ordunun da muhaliflerin tarafına geçmesi.
Venezuela’da yeni iktidarı kim belirlemeye çalışıyor?
AB’nin 10 ülkesi, Lima Grubu’nun 10 ülkesi ve ABD.
Uluslararası hukuk onlara böyle bir yetki veriyor mu?
Kuşkusuz vermiyor.
Peki, o zaman bu yetkiyi nereden alıyorlar?
Elbette “güç”ten.
Bu durumda bu tür müdahalelere maruz kalmak istemeyen ülkelerin yapmaları gereken en önemli şey “güçlü” olmak ve hiçbir zaman uluslararası hukukun kendilerini korumaya yetmeyeceğini bilmektir.
[Türkiye, 6 Şubat 2019].