Hiç düşündünüz mü?
17 Aralık 2013’ten bugüne dek yaşadıklarımızı bundan 1 yıl önce tecrübe etmiş olsaydık Gezi olayları diye bir şey olur muydu?
Ya da 2013 senesinin Mayıs ve Haziran aylarında bütün Türkiye’yi kilitleyen Gezi olayları, aynı biçim ve içeriklerle hayata geçebilir miydi?
Biliyoruz ki, 17 Aralık da Gezi protestoları da aynı motivasyona, ortak bir düşman algısına sahipti.
Ve yine biliyoruz ki 17 Aralık Şebekesi, Gezi protestolarının oluşturduğu siyasal atmosferi çok sevdi.
Ona çok anlam atfetti. Kelimenin tam anlamıyla Gezi protestoları tecrübe edilmemiş olsaydı, 17 Aralık Şebekesi bu denli kolay neşet edemez, bu cesaretle siyasete silah sıkamazdı.
Peki ya Gezi olaylarına katılanlar, olaylara bizzat iştirak etmese de onu destekleyenler 17 Aralık ve 25 Aralık operasyonlarına, şantaj endüstrisine, kaset mühendisliklerine ve Paralel Yapı tartışmalarına tanıklık etme imkanı bulsalardı yine aynı inançla “Gezi Ruhu”ndan bahsederler miydi?
Yine aynı motivasyonla “devrim edebiyatı” yaparlar mıydı?
***
Bugün Türkiye’de vesayetin tam anlamıyla son bulduğunu söyleyemiyorsak, farklı vesayet süreç ve ihtimalleri üzerine düşünmek, yakın dönemdeki kalkışmalardan ders çıkarmak durumundayız.
Geçtiğimiz yüzyıldan bu yana, cari siyasal işleyişe yönelik sistem-dışı müdahalelerin iki kaynağı var: Silahlı kuvvetler ve Kitleler. Bu iki unsurun ittifakıyla gerçekleşen müdahaleler iktidardaki aktörleri alaşağı ettiği gibi köklü sistem değişikliklerini de beraberinde getirdi. Kimi müdahaleler ise böylesi bir ittifakla değil, silahlı kuvvetlerin öncülüğünde gerçekleşti. Türkiye’deki askeri darbeler buna örnek verilebilir. Ne var ki böylesi durumlarda dahi, kitlelerin ikna edilmesi, bir anlamda rızaya zorlanması temel bir mesele olmuş, kitlelerin süreci onaylaması temin edilmiştir. Bu anlamda kitleler, sadece demokratik siyasi işleyişin kurucu bir unsuru olarak değil, yeri geldiğinde bu işleyişin akamete uğratılma sürecinin de önemli bir parçası olarak işlev üstlenmişlerdir.
Ortega Y. Gasset’in belirttiği gibi kitleler, çoğu kez şiddet temelli bir “doğrudan eylem” aracılığıyla kamusal yaşamda etkili olmuş, bunu doğal bir hareket tarzına dönüştürmüştür. Bu süreçte topluca yaşamayı mümkün kılan “usuller, kurallar, nezaket, aracılık yordamları, adalet, akıl” devre dışı kalır.
Medeniyetin temelinde yer alan “birlikte yaşama iradesi” ortadan kalkar ve barbarlaşılır. “Barbarlık, kendini başkalarından yalıtma eğilimi”dir. Politikada “en yüce ortak yaşam iradesini temsil eden düzen liberal demokrasi”de ise esas olan “dolaylı eylem”dir.
Kitleler 21. yüzyıl siyasallığı içerisinde, çok daha merkezi bir rol üstlendiler ve yeni bir başkaldırı kültürünün ortaya çıkmasına katkı sağladılar. Bu başkaldırı kültürü, Ulrich Beck’in “risk toplumu” adını verdiği yeni düzende on dokuzuncu yüzyıl modernliğinin ürünü olan siyasal tahayyülleri de dönüştürdü. Buna göre siyaset rasyonel taleplerle, vaatlerle ve beklentilerle değil, daha çok duygusal reflekslerle, korku, nefret, sevgi, aidiyet ve hayranlık hisleriyle biçimlendirilen bir oyuna dönüştü.
***
Gezi eylemleri, hem yirminci yüzyıldaki şekliyle kitlelerin liberal demokrasi karşıtı “doğrudan eylem”ine, hem de yeni başkaldırı kültürünün irrasyonelliğine iyi bir örnek oluşturdu. Siyasal pragma elde etme becerisini gösterememiş, “dolaylı eylem”in kurumsallaştırıcı gücünün farkına varamamıştır. Bu nedenle “ruh”unu 17 Aralık’ta teslim etmiştir. Gezi eylemlerinin başrolünde oynayan kitle, 17 Aralıkla birlikte sadece siyasal meşruiyetini değil, mevcudiyetini de yitirmiştir.
Bugün, Türkiye’de Paralel Yapının şerrinden kuşku duyan hemen hiçbir siyasi kesim yok. Buna rağmen, söz konusu kuşkuları taşıyan bütün aktörlerin kendilerini açıkça ortaya koyabildiklerini söyemek de zor. Kimileri gördüklerini ve hissettiklerini kamusal alanda formüle edebiliyorlarken, kimileri susmayı tercih ediyor. Susma tercihinde bulunanarın da kendi aralarında iki ayrıldıklarını söleyebiliriz: Paralel yapının şerrinden çekinenler ve Paralel yapı ürünlerini siyaset sahnesindeki rakiplerini alaşağı etmek ve kendi gücünü artırmak üzere manipüle edebileceğini düşününler.
Her ne kadar bugün kendisini Gezi muhalefeti içerisinde konumlandırmaya çalışan bazı aktörler Paralel Yapının siyasal icatlarını kullanarak “düşmanlarını alt etme” yoluna tevessül etseler de, bu yapının varlığı Gezi eylemlerini doğuran siyasal psikolojiyi alt üst etmiş durumdadır. Gezi’de sistematik bir başkaldırı metodolojisi uygulayarak hükümeti devirme işini üstlenenler acaba 17 Aralık Şebekesine meze olduklarını gördüklerinde neler hissediyorlar? Entelektüel namus acaba bu konuda birkaç kelam etmeyi gerektirmez mi?