Dünyada ciddi kriz ve hatta çatışmaların neredeyse bir norm haline geldiği günlerden geçiyoruz. Biz dünyanın 784 bin km²’lik kısmına yoğunlaşmışken Türkiye’de yaşananların, içerisinde bulunduğu bölgesel ve küresel sistemden doğrudan etkilendiği hakikatini de genellikle es geçiyoruz. Suriye, Irak, DAİŞ, PKK, terör, Ermeni meselesi, Kırım’ın işgali, Doğu Türkistan mezalimi… Bizim dış politika başlıkları olarak addettiğimiz bu konular/sorunlar, münferiden Türkiye’nin nihayete kavuşturabileceği sorunlar değil. Bu sebepten ittifaklarla bu sorunlara yaklaşmak mezkûr sorunların doğası gereği bir zorunluluk. Müttefik seçimi ve ittifakın kompozisyonu ise dış politika yapıcılarının maharetine kalıyor.
İttifaklar deyince Türkiye’de NATO, ABD vs. gibi aktörler gelir akla hemen. Türkiye safını belli etmek için tarihi olarak bu ittifaklara önem veregeldi. Soğuk Savaş yıllarında NATO üyeliğini bir sigorta kartı gibi taşırken, Soğuk Savaş sonrasında ABD ile ilişkilerinin doğasını yeniden tanımlamak istese de ilişkilere her zaman özel önem atfetti. Tüm sorunlara rağmen bir şekilde ABD ile bu müttefiklik ilişkisi, bazen kâğıt üzerinde kalsa da devam ediyor. Sorun ise ABD ile müttefikliğin sadece Türkiye için değil benzer durumdaki birçok aktör için yarattığı stratejik atalet. Zira kodları on yıllar öncesinden dizayn edilmiş bu müttefiklik, an itibarıyla muhatap hiçbir ülkenin, başta Türkiye olmak üzere, yakıcı kriz ve çatışmalar karşısındaki ittifak ihtiyacını karşılamıyor.
Suriye buna en çarpıcı örnek. ABD, müttefik kavramını beş senelik Suriye krizi boyunca o kadar mutasyona uğrattı ki ortaya bir ucube kavram çıkardı. Tarihsel müttefiklik ilişkisi, bir taraftan Suriye’de krizin çözümü için neredeyse somut hiçbir karşılık bulmazken, diğer taraftan ABD yeni müttefiklik ilişkisi kurduğu PKK gibi aktörlerle bariz bir ‘çıkar çatışmasını’ da ilişki gündemimize soktu. Bu süreçte ittifak ağını genişleten ABD, nükleer müzakereler üzerinden İran’la, Suriye üzerinden Rusya’yla ve DAİŞ üzerinden de PKK ile müttefik haline geldi. Yine İran sebebiyle İsrail ve Suudi Arabistan, PKK sebebiyle Türkiye, ve Rusya sebebiyle de kendi kendisiyle bir çıkar çatışması yaşar hale geldi. Diğer bir deyişle geleneksel müttefiklik ilişkisine sahip olduğu Türkiye dâhil hiçbir aktöre karşı müttefiklik sorumluluğunu yerine getirmedi.
Mevcut durum Türkiye gibi ülkelere, sorun ve kriz bazlı, konjonktürel olarak başlasa da stratejiğe dönüşebilecek yan ittifaklar kurmayı zorunlu kılıyor. Bazen geleneksel ittifaklarla sorunlar ortaya çıkarabilse de bu yan ittifaklar olmadan ve hatta yan ittifakları merkeze taşımanın planlarını yapmadan yukarıda saydığımız kriz coğrafyalarındaki acil çözüm bekleyen, yakıcı sorunlarla baş etmek mümkün görünmüyor.
Örneğin Suriye’de Katar ve Suudi Arabistan ile asgari müştereklerimize rağmen somut girişimlere, sahada birleşmelere ve sonuç almaya sebep olacak stratejik bir ittifak hâlâ kurulamadı. Bu üç ülkenin nüfuzunun karşılık bulduğu Suriyeli grupların yaratıcı formüllerle birleşmesi, sorunun çözümünde kilit bir rol oynayabilir. Başbakan Davutoğlu’nun Doha ziyaretinden bu yönde somut bir ilerleme çıkar mı? Fransa ya da Almanya bu denkleme nasıl katılabilir sorusu hâlâ oldukça değerli. Güvenli bölge fikri üzerinden somut bir ittifak kurulabilir mi? Mısır’ın Suriye’deki menfi rolünü terk etmeye ikna edilmesi bile büyük bir kırılma olabilir. Suudi Arabistan devreye girer mi? Dışişleri Bakanı Çavuşoğlu’nun BAE ziyareti arada kaynamasın. Ziyaret BAE-Türkiye ilişkilerinde normalleşme sağlar mı? Yan ittifak çabaları var; fakat sorunlar matriksi o kadar karmaşık durumda ki çözümlemeler zaman alıyor. Bölgesel ve küresel sorunlar ise acil cevap bekliyor.
[Akşam, 29 Nisan 2016].