Türkiye sınır hattına yakın Dana’nın güneyinde Suriyelilerin “ölüm otoyolu” olarak adlandırdıkları güzergahtan İdlib’e doğru gidiyoruz. Yolun etrafında enkaza dönmüş fabrikalar ve yerleşim yerleri uzanıyor. Çok değil beş altı yıl kadar önce bölgenin en işlek yolunda şimdi ancak tek tük araç görebilmek mümkün. Güneş batmaya yaklaştıkça etraf tamamen kararıyor, yoldaki araçlar ise uçakların hedefi olmamak için farlarını dahi yakamıyorlar. Karanlığın kamufle ettiği tümsek ve kraterlere rağmen zor da olsa nihayet İdlib’e varıyoruz. Çalışan birkaç jeneratörün çabasına rağmen kent zifiri karanlık altında. Yine de istisnasız her sokakta varil bombalarının hedefi olmuş bina enkazları görüyoruz. Bir ay kadar önce rejim uçakları tarafından bombalanan ve en az yüz kişinin öldüğü pazar yerinin içinden geçiyoruz. Güneş batınca insanların çoğu evlerine çekilmişler, biz de konaklayacağımız yere geçiyoruz.
İdlib’de hayat sabah erkenden başlıyor; sokaklar, çarşı pazar, her yer cıvıl cıvıl. Esnaf çoğu Türkiye’den gelmiş mallarını satıyor, lokantalar müşterilerine servis yapıyor, gecenin kasvetinden eser kalmamış. Aklıma insanların sanki biraz da savaşa meydan okumak için bu kadar neşeli göründüğü düşüncesi geliyor. Tam bu sırada sirenler çalıyor, bir anda çocuklarının ellerinden tutan annenin gözündeki korkuyu görüyoruz, insanlar panik halinde olmasa da yavaş yavaş etrafı boşaltıyorlar. Ardından rejim ya da Rusya’ya mı ait olduğu belli olmayan bir uçak İdlib üzerinde dolaşmaya başlıyor ve hedefini bulunca bombalarını bırakıyor. Muhalifler ilkel de olsa gözcülere dayanan ve telsizle haber verilen bir erken uyarı sistemi kurmayı başarmışlar. Halkı bir nebze de olsa bu tarz yöntemlerle katliamlardan koruma çabasındalar.
Sirenler susup da insanlarla konuşmaya başladığımda çarşı pazar, okullar, hastaneler, fırınlar ve aklınıza gelen her türlü sivil hedefin bilinçli bir şekilde Rusya ve rejim tarafından hedef alındığını söylüyorlar. Genel olarak muhaliflere verdikleri destek için cezalandırılmak istendikleri duygusu hakim. Ama bunun ötesinde açık bir şekilde rejim ve Rusya’nın ağır bombardımanlarıyla İdlib, Halep ve Kuzey Hama gibi muhaliflerin kontrolündeki yerleşim yerlerinin altyapısının yok edilerek bu bölgelerin tümden yaşanılmaz hale getirilmek istendiği anlaşılıyor. Bunun arkasında ise bir çeşit insansızlaştırma stratejisi var, muhaliflerin halkla bağını kopararak izole etmek istiyorlar.
Savaş Devam Ediyor
İdlib merkezden ayrılıp Halep kırsalı ve Kuzey Hama’daki sıcak çatışma hatlarına uzanıp, Cebhetül Fethi Şam’dan Ahrar uş-Şam’a kadar çeşitli muhalif unsurlarla görüşüyoruz. Biz onlara soru soramadan onlar bizi 15 Temmuz sonrası Türkiye’sine ilişkin soru bombardımanına tutuyorlar. Fırat Kalkanı Harekatı ve Musul operasyonuna yönelik Türkiye’nin ne yapmaya çalıştığını sorguluyorlar. Gördüğüm kadarıyla yeni Türkiye’yi anlamak onlar için çok önemli.
Fırat Kalkanı Harekatı ile Türkiye’nin sahaya doğrudan askeri bir oyuncu olarak girmesi büyük bir etki yaratmış. Hele ki kısa zamanda bu harekatta elde edilen başarılar; Cerablus, Savran, Dabık gibi DEAŞ için çok önemli kentlerin özgürleştirilmesi Suriye muhalefetinde ciddi bir özgüven artışına neden olmuş durumda. Özellikle Dabık’ın alınmasının öneminden bahsediyorlar. Dabık Suriye’nin kuzey batısında Kuveyrk ovasının üzerinde yaklaşık 5 bin kişinin yaşadığı küçük bir kasaba. Askeri açından da çok önemli bir noktada değil. Ancak Dabık’ı Dabık yapan asıl unsur üzerine inşa edilen teo-politik söylem. Yahudi ve Hristiyan eskatolojisinde olduğu gibi bazı İslami kaynaklarda da dünyanın sonunu getirecek olan hak batıl savaşının bu bölgede yaşanacağına inanılıyor. DEAŞ da bu bölge üzerine büyük bir söylem kurmuş durumda. Bir nevi kendisini tüm kafirlere karşı savaşan ve hakkı temsil eden “İslam devleti” olarak sunmaya çalışıyor, Dabık üzerinden savaşçılarını motive ediyordu. Ancak şimdi Türkiye DEAŞ’ın elinden Dabık’la birlikte bu söylemi de almış oldu, örgüt burayı kaybederek askeri açından olmasa bile teo-politik açından büyük bir yenilgi aldı.
Muhalifler Fırat Kalkanı Harekatı’nın Dabık sonrasında ivmesini artırarak kısa zamanda Bab ve Menbic’e yönelmesi gerektiğini söylüyorlar. Umutları Halep merkeze kuzeyden de yeniden bir cephe açılabilmesi. Askeri açıdan bunun çok mühim olduğunu düşünüyorlar ve ayrıca PKK’nın Suriye örgütlenmesi PYD/SDG’nin elimine edilecek olmasını da önemsiyorlar. PKK’yı bölge hilafına ABD ile çalışan taşeron bir örgüt olarak değerlendiriyorlar.
Harekatla birlikte Türkiye’den beklentileri de daha fazla artmış. Temel arzuları Osmanlı bakiyesine sahip Türkiye’nin tarihsel kodlarına dönüp bölgedeki İran yayılmacılığını durdurması. Arap ülkelerinin bu rolü üstlenebilecek cüsseye sahip olmadığını düşünüyorlar. İran’ı bu kadar hedef almalarının sebebi ise elbette sahada doğrudan birçok cephede İran Devrim Muhafızları ve Kudüs Güçleri’nin komutasında bölgeye gelmiş olan Şii milislerle karşı karşıya kalmaları. Muhaliflere göre İran olmasaydı yıllar önce rejimi devirebilirlerdi. “Bugün rejim ordusundan daha çok İran’a karşı savaşıyoruz” diyorlar.
İdlib ve Halep kırsalındaki muhaliflerin temel gündemi ise Halep kuşatmasının kırılması. Temmuz ayında Rusya’nın havadan, İran ve Şii milislerin de karadan verdiği yoğun destek sayesinde rejim güçleri Kastello yolunu ele geçirerek Halep’i kuşatma altına aldı. Ardından muhalifler bir süreliğine kuşatmayı yardılarsa da rejim kenti tekrardan tamamen kuşatmayı başardı.
Halep merkezde 300 bin kişi adeta açık hava hapishanesinde çok zor şartlarda yaşam mücadelesi veriyor. Elektrik ve su şebekesinin yok edildiği Halep’te temel gıda ürünlerinde de ciddi bir kıtlık yaşanmaya başlamış durumda. Tüm bunların üstüne Rusya ve rejim havadan çok yoğun şekilde kenti bombalamaya devam ediyor. Dolayısıyla muhaliflerin de temel gündemi bu 300 bin kişiyi kurtarabilmek.
Sahada konuştuğumuz muhalif komutanlar istisnasız tüm muhalif grupların bir araya geldiği büyük bir ordu oluşturduklarını ve yakında Halep’i sadece muhasara altından kurtarmakla yetinmeyeceklerini, şehrin büyük kısmını rejimden geri alacak büyük bir saldırı başlatacaklarını söylüyorlar. Muhaliflerin Halep’ten bahsederken gözlerindeki kararlılığı görebiliyoruz, “Evet çok zor olacak, çok şehit verilecek ama Halep kurtarılacak” diyorlar. Rejim ve müttefikleri de çok uzun bir süredir Halep’e odaklanmış durumdalar. Halep’i tamamen teslim alabilirlerse Suriye savaşının gidişatını değiştirebileceklerini ve nihayetinde muhalifleri yenilgiye uğratabileceklerini düşünüyorlar. Muhalifler ise ne olursa olsun galip geleceklerine ve azınlık rejimi olarak tanımladıkları Esed rejiminin eninde sonunda yıkılacağına inanıyorlar. Rusya ve İran’ın ilelebet Esed’i ayakta tutamayacağını düşünüyorlar.
Nihayetinde yaklaşan Halep savaşı sadece muhasara altındaki 300 bin kişiyle birlikte şehrin de kaderini belirleyecek. Muhalif bir komutanın gözlerimin içine bakarak ifade ettiği gibi, “Bu saldırı Halep’in son şansı. Halep ya bizim ya rejimin olacak.
[Kriter, 1 Kasım 2016].