SETA > Yorum |

Eski Medya, Yeni Türkiye

Hürriyet gazetesinin 1966’dan beri mensubu, 1974’ten beri de başyazarı olan Oktay Ekşi, 28 Ekim 2010 tarihli köşe yazısından dolayı istifa etti.

Hürriyet gazetesinin 1966’dan beri mensubu, 1974’ten beri de başyazarı olan Oktay Ekşi, 28 Ekim 2010 tarihli köşe yazısından dolayı istifa etti.

Hürriyet gazetesinin 1966’dan beri mensubu, 1974’ten beri de başyazarı olan Oktay Ekşi, 28 Ekim 2010 tarihli köşe yazısının hakaret içeren, Başbakan ve birçok bakana hitaben kullandığı son cümlesi sebebiyle 44 yıllık gazetesinden istifa etti. Kimilerine göre Ekşi istifa etmek zorunda kalmıştı, kimilerine göre Türk gazetecilik tarihinde örnek gösterilecek onurlu bir davranış sergilemişti, kimilerine göre ise gazetesine zarar gelmesin diye istifa kararını almıştı. Herkesin yorumu farklı olabilir. Ben Ekşi’nin sözlerini kınadığım gibi istifasını da onurlu bir davranış olarak nitelendiriyorum. Ancak bana göre asıl önemli nokta şudur: 36 yıldır Hürriyet’te başyazarlık yapan Oktay Ekşi, artık yorulduğu için istifa edip yazarlıktan ayrılmıştır. “Eski medya” zihniyetinin bir mensubu olarak “yeni Türkiye”ye alışamamış ve bu durum sürdürülemez bir hâl alınca da o iki kelime ile adeta intihar etmiştir. İçinde bulunduğu yorgun ve öfkeli ruh hali, ona bu iki kelimeyi gazetedeki köşe yazısında yazdırmıştır. Eğer canlı yayında bu sözleri ağzından kaçırmış olsaydı belki hepimiz anlık bir tepki olarak görecektik meseleyi; ancak gazetede hem de son anda değiştirerek basınca insan bunu anlık bir tepki olarak değil yılların birikimi olarak değerlendirebiliyor. Mesele herhangi bir köşe yazısında kullanılan cümleler değil, yeni Türkiye’yi hazmedemeyen eski medya mensuplarının kontrolsüz öfkelerinin kalemlerine yansımasıdır.

 Oktay Ekşi aynı zamanda Basın Konseyi’nin kurucularındandır ve uzun yıllar başkanlığını yapmıştır. “Daha özgür ve daha saygın bir medya için” sloganını kullanan 22 yıllık bir kurum olan Basın Konseyi aynı zamanda Türkiye’deki basın etiğinin nasıl olması gerektiği konusunda referans olan bir kurumdur. Kurumun Basın Meslek İlkeleri’nin 2. maddesi şöyle: “Düşünce, vicdan ve ifade özgürlüğünü sınırlayıcı; genel ahlak anlayışını, din duygularını, aile kurumunun temel dayanaklarını sarsıcı ya da incitici yayın yapılamaz.” Oktay Ekşi, bu maddede belirtilen genel ahlâk anlayışına da aile kurumuna da ters düşen bir cümleyi köşesinde kullanabilmiştir. Aynı şekilde 4. maddede belirtilen “Kişileri ve kuruluşları, eleştiri sınırlarının ötesinde küçük düşüren, aşağılayan veya iftira niteliği taşıyan ifadelere yer verilemez.” ilkesine de açıkça ters değil mi Ekşi’nin sözleri? 12. madde ise “Gazeteci görevini, taşıdığı sıfatın saygınlığına gölge düşürebilecek yöntem ve tutumlarla yapmaktan sakınır.” ifadeleriyle açıklanmış ve sanırım hiç kimse Ekşi’nin sözlerinin gazetecilik saygınlığını artırdığını savunamaz. Peki, yılların duayen gazetecisi, hem de Türkiye’deki basın etiğini korumayı amaçlayan bir kurumun içindeyken, kalkıp her kesimden tepki toplayacağı apaçık belli olan ve ne ahlâka ne de gazeteciliğe sığan bu ifadeleri bu ülkenin Başbakanı ve bakanları hakkında nasıl ve neden kullanıyor? Kişisel olarak Oktay Ekşi’yi tanımadığım gibi kendisinin daimi okurlarından da sayılmam. Ancak bu ülkede yaşayan ve her gün bu ülkenin gazetelerini okuyan bir vatandaş olarak ülkenin en önemli gazetelerinden birinin yıllanmış başyazarının bu türden ifadeleri köşesinde kullanmasında sorgulanması gereken bir boyut var. Türkiye’de hâlâ Soğuk Savaş yıllarının Türkiye’sinden 2010 Türkiye’sine intibak edememiş, ya da 28 Şubat’ın 2. kuvvet medyasını özlemle arayan gazeteci büyüklerimiz var. Ve bu büyüklerimiz değişen-dönüşen Türkiye’yi de dünyayı da maalesef okuyamıyor ya da okumalarına rağmen kabul etmek istemiyorlar. Bu intibak sorunu, karşımıza bazen “halkın tercihlerini sindirememek”, bazen de “halkın seçtiklerini sindirememek” şeklinde çıkıyor. İşte bu sindirim sorunu günün birinde bir yerde patlıyor ve karşımıza kolay kolay hazmedilemeyecek bir yazı çıkıyor. Oktay Ekşi’nin yazısı ve istifası halkın yönetime katılmadığı bir ülkeyi yönetmeyi sevenlerin son dönemdeki gelişmeleri ne kadar sağlıksız ve öfkeyle okuyabildiklerinin bir örneği olarak dikkat çekicidir. Aslında Türk basınındaki en kronik sorunlarından biri, temsilcisi olduğunu iddia ettiği topluma uzak, hatta ona yabancı bir zihniyetle toplumsal süreçleri okumasıdır. Bunun en belirgin örneklerinden biri, büyük bölümü muhafazakâr değerlere sahip olan bu toplumun hassasiyetlerine bakılmadan habercilik yapılmasıdır. “Muhafazakâr” ifadesini bu toplumda ortalama bir vatandaşın sahip olduğu ortak milli-manevi değerleri ifade etmek için kullanıyorum, yoksa dindarlıktan bahsetmiyorum; kaldı ki toplumumuzda dindar insanlarımızın oranı hiç de azımsanmayacak ölçüdedir. Yani esasen büyük bölümünün ortak aidiyet hissettiği birçok mevzuda bu topluma dışarıdan bakan (adeta ‘içeriden oryantalist’ bir bakışla toplumunu nesneleştiren) bir medya yapısından bahsediyoruz. Bu bakımdan toplumun önemli bir bölümü ile medyanın önemli bir bölümü arasında bir tezatlık yok mudur? 28 Şubat sürecinde bu medya topluma mı hizmet etmiştir, yoksa başka amaçlara mı? “411 el kaosa kalktı” manşetini atanlar topluma mı hizmet etmişlerdir, yoksa başka yerlere mi? 12 Eylül referandumu öncesinde Başbakan’ın kendi anayasasını yaptığını iddia edenler bu topluma mı hizmet etmektedirler, yoksa başka yerlere mi? Galiba “yerli olmak” kadar sahici bir meselesi yok Türk medyasının! Beğenelim beğenmeyelim, toplumda son dönemde ülkeyi yönetenlere karşı bir teveccüh var. Eğer toplum bu teveccühün karşılığını alamadığını düşünürse o partiye bir daha oy vermez, AK Parti bağlamında yürütülen demokratik meşruiyet meselesi aslında bu kadar sarihtir. Dolayısıyla topluma kulak asmayan, hatta topluma rağmen toplumculuk yapmak isteyen kişiler, insanların oylarıyla seçilmiş siyasetçilere hakaret etmekte bir beis görmezken aslında toplumun kendisine de hakaret etmiş oluyorlar. Herkesin kişisel öfkesi ve dostlar arasında kızdığı kişilere ağzına geleni söylediği anlar olabilir; ancak siz köşenizde bunu matbu olarak topluma deklare ediyorsanız bunu küçük bir hata ile açıklamak fazla masum olur, bunu bir “bakış açısının yansıması” olarak değerlendirmek bana daha doğru geliyor. Bu bakış açısının değişmesi lazım. Milletin kendisiyle kavga etmek yerine beğenilmeyen yönleriyle; siyasetçinin kendisiyle kavga etmek yerine beğenilmeyen icraatlarıyla mücadele etmek daha doğrudur. Ancak eskiden hükümetlerin bile değiştirilmesinde çok önemli roller oynayan eski medyanın mensupları (bkz. 28 Şubat süreci), bu yeni Türkiye’nin bir türlü alt edemedikleri iktidarıyla nasıl mücadele edeceklerini bilememektedirler. Türkiye’nin son yıllarda (medya dâhil) birçok alanda yaşadığı dönüşümün yönünü beğenmeyenler, bu dönüşüme siyaset alanında öncülük edenlerin “belli” bir zihniyetin ürünü olduklarını düşünüyor olabilirler. Bunu köşesinde dile getiren tek kişi Oktay Ekşi olsa da herhalde medyamızda sayın başyazar gibi düşünen birçok kişi vardır. Peki, neden bu dönüşümün sosyal, siyasal, ekonomik ve kültürel boyutlarını hakiki anlamda masaya yatırıp neyin ülke ve millet için daha hayırlı olabileceğini tartışmak yerine siyasetçilerin kendileriyle uğraşmayı seçiyor bu kişiler/kesimler? Çünkü ellerinde daha iyi bir proje yok. Çünkü zaten milletin değerleriyle büyük oranda uyuşmayan bir yapıları var. Çünkü zaten bu toplumsal dönüşümü tartışabilecek bir entelektüel altyapıları da yok. Dolayısıyla medyamızın bir kısmı bu açıklarını kapatamadığı için sözü dönüp dolaştırıp şahıslara getiriyor ve meseleleri içeriksizleştirerek kişiselleştiriyor. Bu da bir “eski medya” hastalığıdır ve Türkiye’nin artık bundan kurtulup asli meselelerini demokratik bir zeminde gerçek anlamda tartışmasının zamanı gelmiştir. Artık eski medya zihniyeti ve alışkanlıklarıyla yeni Türkiye’nin demokrasisi arasındaki dengesizliği aşmanın zamanı geldi de geçiyor. Medyanın kendi güç sıralamasına oturmasının ve siyasetin, seçilmiş meclisin ve ülke yöneticilerinin önüne geçmemesinin zamanı geldi de geçiyor. Medyanın toplum yararına olacak şekilde yönetimi eleştirmesi belki en doğal hakkı ve vazifesidir; zaten demokrasinin yerleştiği toplumlarda olması gereken de budur. Ancak Türkiye’deki demokrasi mücadelesi devam ederken yıllarca medya-siyaset (ve ordu) ilişkisi hep yandaşlık-karşıtlık dikotomisi üzerinden inşa edildiği için medyanın bir bölümü iktidarı alabildiğine savunurken diğer bölümü de iktidara alabildiğine vuruyordu. Ne toplumun yararına, ne de eleştiri sınırlarına bakılıyordu. İşte son dönemde bu medya-siyaset-ordu ilişkileri değişirken gündeme gelen Oktay Ekşi’nin yazısı, eski medyanın yaklaşımını göstermesi bakımından manidardır. Toplumun tüm kesimleri için yapıcı/uzlaşmacı bir dil ihtiyacı apaçık ortadadır ve bu dilin aynı zamanda ahlâklı bir dil olması da önemlidir. Hem siyasetçi hem de gazeteci için bu yapıcı ve ahlâklı dil yeni Türkiye’nin olmazsa olmaz niteliklerinden biridir. Sizce bunu gerçekleştirmek o kadar zor mudur?

Mostar-Aralık