Krizin aşılması ve yeni anayasanın yapılması başta olmak üzere, bu dönem siyaset, Erdoğan'ın kendisine yüklenen kurucu rolü üstlenip üstlenmeyeceğine yönelik kararıyla şekillenecek.12 Haziran seçimleri, son dönemlerin en fazla anlam yüklenen seçimlerinden biriydi. Seçimin, yüksek bir katılım (%87) ve güçlü bir temsil (%95) ile sonuçlanması, beklentilerin gerçekleşme umudunu artırmıştı. Ancak, BDP, MHP ve CHP'nin listelerinde yer alan tutuklu milletvekillerinin mahkemelerce salıverilmemesi, yeni dönemin krizle gölgelenmesine yol açtı. MHP, mahkemenin verdiği kararı eleştirmekle yetinirken, BDP Meclis'i boykot ederek Diyarbakır'da toplanma kararı aldı, CHP ise Meclis Genel Kurulu'na girmeyi, ancak yemin etmeyerek krizi canlı tutma yolunu tercih etti. BDP ve CHP'nin boykot kararının, seçmenle ilişkilerini veya Türkiye'nin yakın dönem siyasetini nasıl etkileyeceği üzerinde ayrıca durmak gerekir, ancak burada, yaşanan kriz çerçevesinde AK Parti'ye yüklenen anlam üzerinde durmak istiyorum.
Aslında AK Parti, krizin ne sorumlusu, ne de kazançlısı. Kriz BDP, MHP ve CHP'nin milletvekili listelerinde, tutuklu isimleri aday göstermesinden ve YSK'nın Hatip Dicle'nin milletvekilliğini düşürmesinden ve mahkemelerin bu isimlerin tutukluluklarını kaldırmamasından kaynaklandı. Dolayısıyla AK Parti'yi krizden sorumlu tutmanın imkânı yok. AK Parti, bu krizin kazananı da değil. Çünkü kriz, hem AK Parti'nin seçim zaferini gölgeledi hem de başta yeni anayasa olmak üzere, öngördüğü siyasal gündemi hayata geçirmesini geciktirdi.
AK Parti krizin neresinde?
Buna rağmen, en fazla suçlanan da, en fazla umut bağlanan da AK Parti. Muhalefet partileri, YSK'nın ve mahkemelerin AK Parti'nin yönlendirmesi ile karar aldıklarını ima ederek krizden AK Parti'yi sorumlu tuttular. Hatta CHP lideri, krizin hukuki bir düzenleme gerektirmediğini söyleyerek Başbakanın mahkemeleri baskı altına almasıyla sorunun çözülebileceğini ima etti. Günlerdir, kamuoyu Erdoğan'ın çözüm formülünü bekliyor. Köşe yazarları ve yorumcuların bir kısmı, böyle bir krizin doğmaması için, daha milletvekili listeleri hazırlanırken, AK Parti'nin muhalefet partileriyle görüşerek, partileri mahzurlu aday göstermemeye ikna etmesi gerektiğinden bile bahsetti. Bu durum, kuvvetler ayrılığı prensibini tepe taklak ederek, yargının sebep olduğu ve ancak yasama tarafından çözülebilecek bir sorundan yürütmeyi sorumlu tutma veya çözüm için yürütmeye umut bağlama noktasına vardı. Krizin doğmasında dahli olmamasına rağmen, AK Parti'nin paradoksal şekilde hem en fazla suçlanan hem de en fazla umut bağlanan parti olmasının nedenleri üzerinde kafa yormak gerekir. AK Parti'nin bu krizde kurucu bir pozisyona gelmesinin görünen ilk nedeni, muhalefet partilerinin uzun süreden beri, normal bir muhalefet - iktidar mücadelesini aşacak şekilde, AK Parti karşıtlığını siyasi varlıklarının en önemli kaldıracı haline getirmeleri olabilir. CHP, MHP ve BDP, güçlü oldukları seçim bölgelerinde AK Parti'nin kapladığı siyasal alanın gücünden duydukları tedirginlikle, Türkiye'deki siyasal denklemin kendine özgü güç dengelerini göz ardı ederek, AK Parti'yi karşılarına çıkan her engelin kaynağı veya müsebbibi görüyorlar. Partilerin bu krizde de ilk adımda AK Parti'yi suçlamasında bu gerilimin payı var. Ancak, AK Parti'nin krizde yüklendiği merkezi rolün, bu karşıtlığı aşan bir boyutu var. Çünkü sadece siyasi partiler değil toplumun büyük çoğunluğu da bu krizi çözme imkânı