SETA > Yorum |

Endişeli Dünya ve ABD’nin Endişeli Başkan Adayları

Özellikle Irak Savaşı hezimeti ve yaşanan büyük ekonomik kriz sonrasında ABD’de içe kapanma ne kadar arttıysa, uluslararası kamuoyunun Amerikan politikaları ve seçimlerine olan ilgisi de o kadar yükseldi.

Başkanlık seçimleri ABD’de genel olarak iç politika odaklı gerçekleşir. Her ne kadar özellikle Soğuk Savaş yılları ve 11 Eylül’ün hemen sonrasında daha geniş kesimlerde dış politika ve güvenlik kaygıları ortaya çıksa da genel olarak aday ve aday adaylarının odağındaki en büyük öncelik iç politika ve ekonomi olur. ABD’de geniş seçmen kesimlerinin dış politikaya ilgi duymaması ve lokal siyaseti daha yakından takip etmesi elbette bu durumun en önemli sebeplerinden biridir.

Seçim gözlemcileri ve analistler, Amerikan seçimlerinde adayların dış politikayla ilgili düşüncelerini seçimi kazanmalarını sağlayacak ölçüde etkili bir unsur olarak görmese de bu konuda fazlasıyla tecrübesiz ve bilgisiz olmalarının da seçimi kaybetmelerine yol açabileceğini değerlendirmektedir. Bunun için başkan adayları kampanyalarında dış politikaya oldukça dengeli bir şekilde yaklaşmaya çalışır. Zira sergileyeceği enternasyonal profil ve dış politikaya vereceği fazla ağırlık adayın yerel seçmen kaygılarından epeyce uzaklaşması olarak algılanabilmektedir.

Özellikle Irak Savaşı hezimeti ve yaşanan büyük ekonomik kriz sonrasında ABD’de içe kapanma ne kadar arttıysa, uluslararası kamuoyunun Amerikan politikaları ve seçimlerine olan ilgisi de o kadar yükseldi. Her ne kadar ABD’deki başkanlık seçimi ülkenin uluslararası sistemdeki rolü ve yeri sebebiyle her zaman dünya çapında ilgi ve alaka toplamışsa da son yıllarda bu durum artık başkanlık seçimlerinin ötesinde ön seçim ve kampanyalarını da içine alan geniş bir ilgi alanı oluşturdu. Artık aday adaylarının dahi tüm söylemleri ve tartışmaları yakından takip edilir oldu.

Bunun yanında son yıllarda sıklıkla ortaya çıkan “renkli adaylar” bu durumu daha fazla uluslararası kamuoyunun gündemine oturttu. Son birkaç seçimde Cumhuriyetçi Parti’de ortaya çıkan ve özellikle de ön seçim sürecinde gerek söylemleri gerekse seçim vaatleriyle sadece ABD’de değil dünyanın her kesiminde geniş ilgi toplayan aday adayları Amerikan seçimlerini artık neredeyse küresel bir şova dönüştürdü.

ABD Yönünü Belirledi mi?

Bu asimetrik duruma hızla dönüşen uluslararası sistemi de kattığımız zaman, başkanlık seçimlerinde adayların duruşu ve farklı uluslararası sorunlara yönelik politikaları oldukça yakından takip edilir mevzular haline geliyor. Uluslararası kamuoyu sanki seçimleri izlerken uzun zamandır sürekli ertelenen ABD’nin dünyadaki dönüşüm konusunda ne düşündüğüne yönelik ciddi bir tartışma görmek istiyordu. Ekonomik kriz, sağlık reformu ve Irak Savaşı’ndan sonra 2016 seçimlerinde henüz yönüne karar verememiş bir ABD ve dönüşümünü tamamlamamış dünyadaki rolü üzerine anlamlı bir tartışma ortamı oluşacağı umut ediliyordu. Başkan Obama’nın sekiz yıl sürdürdüğü tartışmalı duruş sonrasında yeni başkanın dış politikada Obama’nın bu politikasını mı sürdüreceği yoksa daha toparlayıcı bir tutum mu takınacağı oldukça ciddi bir şekilde tartışılıyordu.

Ancak özellikle Cumhuriyetçi Parti’de adaylık yarışının başlaması ile bu konudaki beklentiler büyük ölçüde sekteye uğradı. Aday adaylarının dış politikaya bakışındaki yelpaze ilk başta bu konuda ciddi ve anlamlı bir diyaloğun ortaya çıkacağı izlenimini vermişti. Fakat kısa sürede adaylık yarışında ortaya çıkan popülist söylem bu konuda tüm aday adaylarını mevcut uluslararası sisteme umarsız çizgiye doğru yanaştırdı. Özellikle Trump’ın öne geçmesiyle dış politikada adı hala tam konamamış “neye karşı olduğu tam olarak belli olmayan tepkisel duruş” daha da fazla önem kazandı. Terörle mücadelede Müslümanların ABD’ye girmesinin yasaklanması, göçmenlik meselesinde Meksika sınırına bir duvar inşa edilmesi, Suriyeli mültecilerin alımının durdurulması ve “müttefiklerin artık ABD’nin yakasından düşmesi gerektiği” gibi pozisyonlar alınabildi. Bunlar siyasi olarak sorunlu ve stratejik anlamda problemli olmasına rağmen kamuoyunda Trump Washington ve sistem karşıtı görüşleriyle aynı düzlemde ele alınarak destek de gördü.

Trump, söylemlerinde ABD’nin Çin, Rusya ve İran ile ilişkilerinde bu ülkeler tarafından da kandırıldığı veya oyuna getirildiği üzerinde durdu.

Popülist Mahalle Baskısı

Bu kampanya söylemlerinden ortak bir dış politika doktrini ortaya konulduğunda karşımıza uluslararası sistemden elden geldiğince kendini izole etmeye çalışan bir Amerikan dış politikası çıkıyor. Her ne kadar birçokları Trump’ın söylemlerinin uluslararası iştirakleri olan bir iş adamının hayatı ve faaliyetleriyle çelişki oluşturduğunu ve seçimleri kazanmak için taktiksel olarak savunulduğunu ifade etse de bu pozisyon ciddi destekçi kitlesini bir araya getirdi.

Dünyaya yönelik bu “kızgın” söylemin ortaya çıkardığı kamuoyu dip dalgası, kampanya sırasında tetiklediği reaksiyoner duruştan her şekilde daha güçlü gibi görünüyor. Bu da Trump seçimi kaybetse dahi mevcut durumun sürebileceğini ve ileride Trump kadar güçlü bir aday çıkması halinde aynı etkinin devam edebileceğini ortaya koyuyor.

Bu durum ve duruş, diğer aday ve aday adayları için mevcut uluslararası kamuoyundaki sistemden kendisini uzak tutmaya çalışan Amerikan imajına daha fazla katkıda bulunuyor. Trump’ın söylemindeki gerek popülist damar gerekse fazlasıyla agresif ton bundan sonra özellikle Cumhuriyetçi Parti’den aday olmayı hedefleyen isimler üzerinde ciddi bir etki bırakacak. Bu seçimde dahi Cumhuriyetçi ön seçim sırasında başta Jeb Bush olmak üzere tüm aday adayları bir şekilde bu baskıya dayanamayarak dış politika platformlarını mevcut söylemler üzerinden yeniden şekillendirmeye çalıştı. Daha da önemlisi Demokrat Parti ve Cumhuriyetçi Parti adayları kesinleştikten sonra ortaya çıkan yarışta Trump’ın söyleminin baskısını bir şekilde yanıtlamaya çalışan Clinton dış politika platformunda bazı konularda revizyonlara yöneldi. Özellikle Trans-Pasifik Ortaklığı (TPP) konusunda daha önceki duruşundan farklı bir pozisyona bu şekilde geldi. Amerikan politikasını takip eden birçok gözlemciyi bu konuda asıl endişelendiren işte bu “mahalle baskısı” ve uluslararası sistemin en büyük aktörünün bu baskıya teslim olmasıdır.

Elbette bu tablonun uluslararası kamuoyuna yansıması da oldukça farklı şekilde gerçekleşiyor. Dünyanın süper gücünün yürütmesinin başına geçmeye aday isimlerin uluslararası sistem konusunda yaptığı yorumlar tüm dünyada ciddi anlamda rahatsızlık ve endişe yaratıyor. Bunun sonucu olarak da ABD uluslararası sistem konusunda karar vermeden önce her ihtimale karşı umursamazlığı, müteredditliği ve eylemsizliğini sürdüreceği bir dünyadaki ihtimaller üzerine düşünülüyor.

[Kriter, 1 Kasım 2016]

.