İçişleri Bakanı Beşir Atalay bir süre önce demokratikleşme açılımına ilişkin çalışmalar hakkında bilgi verdiği basın toplantısında çok önemli bir tespitte bulundu. “Demokratik açılımın asıl sahibi milletimizdir”.
Devlet adamı olarak, birçok riskleri de üstlenerek, toplumun beklentilerine kulak verdi ve ortak akıl arayışına devam etti. Bugün gelinen noktada da herhangi bir kuşku ve kaygıya yer vermeyecek şekilde şimdiye kadar yapılan çalışmaları büyük bir saydamlık içinde kamuoyu ile paylaştı. Aslında son aylarda tanıklık ettiğimiz hararetli tartışmalar ve girişimler, Türkiye'nin siyasi ve toplumsal dinamizmini yansıtıyor. Zaman zaman siyasi gerilim, zaman zaman söylemsel düzeyde partiler arası sürtüşme yaratan çok yönlü ve çok boyutlu gelişmeler, yıllardır rafa kaldırılmış veya dondurulmuş sorunların görülmesi ve bu sorunlara rasyonel çözüm arayışları olarak görülmelidir. Tarihi tecrübeler bize, büyük dönüşümlerin sancısız olmadığını, gerilimleri de beraberinde getirdiğini, yürünecek yolun uzun ve dikenli olduğunu, ama duygusal tepki patlamaları ve heyecan rüzgârlarına kapılmaksızın, ortak aklın rehberliğinde sabır ve hoşgörü ile iyi bir gelecek inşa edilebileceğini göstermiştir
DÖNÜŞÜME KÖTÜMSER İTİRAZ Bugün yaşananlar ve alınacak kararların çok derin toplumsal etkilerinin olacağını öngörmek kehanet sayılmamalıdır. Bu noktada hukuk, sosyoloji, eğitim ve kalkınma konularında geniş birikimleri olan İçişleri Bakanı Beşir Atalay, yaptığı açıklamalarda siyasi ve toplumsal düzeylerde ne tür riskler ve fırsatlarla karşılaşılabileceğini çok iyi gördüğünü kamuoyuna hissettirmektedir. Sosyoloji birikimi, uzun yıllardır toplumun çeşitli kesimleriyle teması ve siyasi deneyimlerinden dolayı Sayın Atalay, yıllardır ihmal edilen sorunların çözümünde sorumluluk almaktan kaçınmamıştır. Risklerine rağmen Başbakan'ın da desteğiyle siyasi sorumluk üstelenmiş, ortak akıl arayışı çerçevesinde tüm toplum katmanlarından destek almak amacıyla kapısını herkese açmış, gerektiğinde başkalarının kapısını çalmayı da bir sorun olarak görmemiştir.
Bu noktada Türkiye'nin içinden geçtiği dönüşüm çabasını, tarihi ve sosyolojisi ile barışıp hesaplaşmasını ve her şeyi ile bir eleştiri süzgecinden geçirmesini nasıl okumalıyız ve yorumlamalıyız? Bu bir kriz mi, içinden çıkılması mümkün olmayan bir girdap mı, dört yanı kalın duvarlarla örtülü bir çıkmaz mı?
Kötümserler, statükocular ve Türkiye'yi küresel gelişmelerin ışığında okumaktan uzak olanlar, dünyadan kopuk ve içe kapanık yaşamayı tercih edenler, korku ve tehdit algısının karanlık dehlizlerine kendilerini teslim edenler kuşkusuz bu soruların hepsine “evet” cevabı verecektir. Türkiye'nin uzun yıllar boyunca büyük mirasına sırt çevirmesine, içe kapanmasına, kapı komşusu ülkelerle bile sağlıklı ilişkiler kurma yerine soğuk ve somurtkan bir dış politika takip etmesine seyirci kalanlar, kuşkusuz Türkiye'nin içinden geçtiği süreci karanlık bir tablo olarak değerlendirecektir.
Seçkinci iktidar elitlerinin tekelinde şekillenen bilgileri sorgulama, alternatifleri ile karşılaştırma ve eleştirme imkân ve araçlarından mahrum olan kitleler, çoğunlukla kutsanmış ama test edilme imkânı olmayan büyük laflarla oyalanmıştır. Bu süreçte, hangi siyasi görüşten olursa olsun, hangi partiyi desteklerse desteklesin halk, Ankara ne dediyse inanmış, Türkiye'yi nasıl anlattıysa öyle tanımış ve bilmiştir. Çünkü ne de olsa devlet babanın çocuklarını, yani yurttaşlarını aldatması, kandırması ve yanıltması düşünülemezdi. Nitekim halkın çoğu devlet baba ne dediyse ona inanmış, düşman dediklerini düşman, dost dediklerini dost bellemiştir.
TRAVMALARLA YÜZLEŞME ZAMANI Ne var ki soğuk savaş sonrası dönemde, korku, endişe ve güvensizlik bahaneleriyle iktidarı pekiştirme amacına matuf olarak ülkenin çevresine örülen duvarlar yıkıldıkça, dünyada olup bitenleri görmeye engel olsun diye çekilen kalın perdeler indikçe, Türkiye gerçeklerle yüz yüze gelmeye başladı. Travmatik toplumsal deneyimlerin yaşanmaya başladığı bu süreç, beraberinde, Türkiye'ye dışarıdan bakmayı, kendiyle hesaplaşmayı ve yüzleşmeyi ve dünya ölçeğinde nerede durduğunu görmeyi getirdi.
Türkiye, yakın coğrafyasından başlamak üzere dünyayı keşfettikçe, karşılaştırmalar yapma imkânı buldukça, yeni iletişim kanalları ile dış dünyaya açıldıkça sarsıcı bir gerçekle karşılaştı: Ne Türkiye ne de dünya, bilgi akışını tekelinde bulunduran ve bunu acımasızca yıllar boyu kullanan seçkinci iktidar elitlerinin anlattığı gibi değildi. Bir kere etrafımız düşmanlarla çevrili değildi. Bunu öğrenmek sarsıcı olmuştu. Dahası “iç düşmanlar” diye anlatıla gelenler de “tahayyuli” idi. Bütün bunları sarsılmaz bir inançla bağlı olduğumuz devlete hakim müesses nizamın bekçileri inşa etmiş ve toplumun içselleştirmesi sağlamıştı.
İşte bugün geldiğimiz noktada, bu sarsılmaz inancın son yıllarda darbe almasından, çözülmesinden ve kaybından doğan bir şaşkınlık ve travma hali var ülkede. Yaşadıklarımız kötümserlerin (ve kötü niyetlilerinin) dediği gibi bir çatışma ve çözülmeyi değil, tam tersi bir silkinişi, uyanışı, kendi (ve öteki ile) barışmayı temsil ediyor.
Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu, son Bağdat ziyaretinde Iraklı mevkidaşına Türkiye'nin de parçası olduğu bölgeyi tekrar dünyanın yükselen yıldızı haline getirmek için “sınırsız işbirliği” teklifinde bulundu. Bu teklif kendisi ile barışık, iç sorunlarını çözmüş, toplumsal birlik ve bütünlüğü sağlamış bir ülkenin dillendirebileceği bir tekliftir. Yani iç ve dış düşman korkularını yenmiş, dışa açılmayı fırsat olarak gören bir anlayışın peşinden koşabileceği bir hedeftir bölgesel ve küresel işbirlikleri kurmak. Bu amaçları daha kısa sürede gerçekleştirebilmek için herhangi bir dayatmada bulunmadan ortak bir çözüm arayışı içinde bütün toplumsal kesimleri titizlikle dinleyen Sayın Atalay'ın “Gelin el ele verelim, bu sorunu çözelim. Acıları dindirelim. Türkiye'yi büyütelim” çağrısına başta siyasi partilerimiz olmak üzere, herkesin kulak vermesi ve kendilerine düşen sorumlulukları üstlenmesi gerekir. Türkiye'nin büyümesinin önündeki engellerin başka türlü aşılması mümkün değildir.