İsrail ve Rusya ile eşzamanlı normalleşme süreci dış politikada "revizyon" tartışmasını başlattı. AK Parti iktidarını ideolojik dogmatik dış politika yürütmekle eleştirenler şimdi de "U dönüşüyle," "çark etmeyle" ve "fırıldaklıkla" suçluyorlar.
Bu suçlamaların altında sıkıntılı iki varsayım var: Birisi, Türkiye'nin 2009'dan itibaren İran devrimi gibi "ideolojik" bir bölgesel dış politika yürüttüğü. Diğeri ise şimdi bundan vazgeçerek statükoya, büyük güçlere "teslim olduğu" ya da "ilkelerini sattığı." Son dönem dış politikamızda yaşanan dönüşümü anlamlandırmak için polemiğe değil analize ihtiyacımız var.
Dış politikada revizyonu üç boyutta analiz edebiliriz: a) bir bütün olarak revizyonun bölgesel düzlemi ve diğer aktörlerin tavırları b) dış politikanın dilindeki retorik ve rasyonel menfaat çelişkisi c) Erdoğan'ın siyaset tarzı.
İlk olarak dış politikadaki revizyon bölgesel denklemlerin geldiği yeni duruma verilen bir cevap. Ve diğer aktörlerin değişen stratejik değerlendirmeleri ile örtüşen bir mahiyete sahip. Teslimiyet ya da zafer değil; karşılıklı adaptasyon gerçekleşiyor. Denklemlerin değiştiği bölgemizde her devlet pragmatik, esnek ve konu temelli yaklaşım gösterme ihtiyacında.
Suriye krizi bu değişen denklemin merkezinde duruyor.
Denklemin formülü de netleşti: DAİŞ ve YPG'nin geleceği Suriye'yi, Suriye'nin geleceği de Yeni Ortadoğu'yu şekillendirecek.
Bölgesel fırtınanın gözüne en yakın ülke olarak Türkiye'nin de yeni değerlendirmeler yapmakta ön alması kaçınılmaz. Bu yüzden "normalleşme" aslında önce bölgedeki demokratik dalgayı boğan Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri ile başladı. Sonra da bir süredir beklemede olan İsrail ile ilişkiler Rusya ile eşzamanlı şekilde toparlanma dönemine girdi.
Anlaşılan bütünlük arz eden bu sürecin Mısır ve Suriye ayaklarının şartları da olgunlaşmakta.
Türkiye'nin Suriye politikası da normalleşme sağlanan ülkelerin tercihleriyle etkileşerek revize edilmiş bir forma bürünecek gibi.
Elbette kritik olan Esed rejimine yönelik politikanın ne olacağı ve ılımlı muhaliflerin kaderi. Ancak konu, "Esed ile anlaşarak PKK -YPG'yi tasfiye et" formülü kadar basit değil. Türkiye'nin muhalifleri Esed'e terk edecek bir yola girmesini beklememek gerekir.
Revizyonun ikinci boyutu, dış politikanın dilinde retorik ile rasyonalitenin çelişkisinin giderilmesiyle ilgili. AK Parti iktidarı dış politikada vizyonunu sunarken retoriği öne çıkarmak zorunda kaldı. Bu retorik sadece milli duygulara hitap etmekle kalmadı. Uluslararası sisteme adalet eleştirisinden gelişmekte olan ülkelerin sorunlarına kadar uzandı.
Arap isyanlarının "demokratikleşme" getireceği sanılan bir dönem için bu yoğun retorik anlaşılabilirdi. Ancak ideallerin seslendirildiği retorik, sanılanın aksine, rasyonel hesapların ve maslahatın önüne geçmedi. En sert eleştirilen İsrail ile normalleşme arayışının Mart 2013'teki özür ile başlaması buna bir örnek.
Bu ülkeyle normalleşmenin 6 yıl sürmesi ise İsrail'in tercihi.
Haziran 2013'ten itibaren Türkiye'nin girdiği siyasi türbülans İsrail'in yavaştan almasına sebep oldu. 1 Kasım seçimlerine kadar Erdoğansız bir masa olabileceğini zannettiler.
Erdoğan'ın siyasi liderliğinin kalıcı olduğuna kani olduktan sonra normalleşme süreci hızlandı. Revizyonun üçüncü boyutu Erdoğan'ın siyaset tarzının anlaşılamamasıyla ilgili. Muhalifleri gözünde Erdoğan ya aşırı risk alan dogmatik bir siyasetçi ya da her türlü fırsatı kullanan, aşırı Makyavelist bir güç düşkünü.
Erdoğan'ın pragmatizmini ve adaptasyon kabiliyetini gösteren üçüncü bir seçenek var halbuki.
Şartları ideallerine göre sonuna kadar zorlayan ancak realitenin gerekli kıldığı rasyonelliğe de sıkı sıkıya bağlı. Bu siyaset tarzı da bölgede aktör olma iddiasının bir uzantısı.
Normalleşme sürecinin pasif aktörlüğe geçiş olduğunu sananlar kıyasıya yanılır.
[Sabah, 2 Temmuz 2016]