Cumhurbaşkanı Sayın Abdullah Gül'ün Doğu ve Güneydoğu bölgelerine yaptığı ziyaret, zamanlaması ve seçilen yerlerin toplumsal yapısı göz önüne alındığında son derece önemli sosyolojik mesajlar içeriyor.
Sayın Gül'ün ziyareti hem taşıdığı sembolik anlamlar hem de pratik yansımaları açısından devlet ile toplum arasında, özellikle de devletin zirvesi ile toplumun sosyo-kültürel olarak çevrede kalmış kesimleri ile buluşması açısından tarihî bir dönüm noktası olarak görülmelidir. Sayın Gül niçin ilk ziyaretlerini Doğu ve Güneydoğu'ya yapmıştır? Devletin güçlü ama aynı zamanda şefkatli elini niçin ilk bu bölgelerde yaşayan vatandaşlarımıza uzatmıştır? Bir toplumbilimci gözüyle bakıldığında Sayın Gül'ün Türkiye kültür coğrafyasını ve toplum yapısını çok iyi çözümlediğini ve bu manada herkese kapsamlı bir Türkiye sosyolojisi dersi verdiğini söylemek mümkündür. Bu dersler arasında hiçbir surette gözden kaçırılmaması gereken konulardan biri ülkemizin bazı bölgelerinin şiddet ve terörle özdeşleştirilmemesi, dahası özellikle Güneydoğu halkı arasında bezginlik yaratan bu olayların sosyolojik kökenlerinin mutlaka kapsamlı biçimde analiz edilmesi gereğidir. Sayın Gül'ün ilk ziyaretlerini yerel ve küresel sorunlara işaret eden siyaset ve sosyoloji penceresi penceresinden okumak yararlı olacaktır.
Devletin şefkat eli
Demokrasi, insan hakları, eşitlik, özgürlük ve adalet gibi değerlerin toplumsal barış, ulusal, bölgesel ve küresel ilişkiler açısından hayati önem taşıdığının sık sık vurgulandığı günümüzde, bu değerlerle çelişen şiddet ve terör eylemlerinde göze çarpan bir artış olduğu ve gün geçtikçe de bu şiddet sarmalının dünyanın birçok yerinde iç barışı, toplumsal düzeni ve uluslararası ilişkileri olumsuz etkilediği görülüyor. Şiddet ve terör yeni sosyo-politik olgular olmamakla beraber görünürlük, yaygınlık, algılanma ve tartışılma biçimlerinden dolayı etkileri bugüne oranla daha sınırlı idi. Siyasal ve toplumsal değişimlere paralel olarak şekil, yöntem, form ve söylem değişikliğine uğrayan şiddet ve terör, küreselleşme süreci ve bu süreci hızlandıran iletişim ve medya teknolojilerindeki yeniliklerin de etkisiyle çok daha geniş kitleleri etkilemekte, yeni hedef ve düşmanlar yaratmakta, bireysel ve toplumsal travmalara yol açmaktadır. Uzlaşma ve hoşgörü kültürünün sosyal zemini zayıflatarak ortak yaşam alanlarını ve ortak gelecek kurgularını imkansız hale getiren sürtüşme ve çatışma kültürünün söylemsel, yapısal ve pratik alanlarda siyaset, medya ve çıkar gruplarının da etkisiyle görünürlük avantajı elde ettiğini söylemek mümkündür.
Türkiye ve yakın komşularımız dahil içinde yer aldığımız bölge, Avrupa, ABD ve daha birçok coğrafyada tedavisi zor derin sosyal, psikolojik ve siyasi izler bırakan, ekonomik açıdan da var olan yoksulluk, adaletsizlik ve sömürüyü daha da derinleştirip yoğunlaştırarak sosyal dokuyu bozan şiddet ve terör olayları analiz edilirlerken ana çerçeve çoğunlukla siyaset ve uluslararası ilişkiler eksenine dayanmaktadır. Her ne kadar bu çerçeve söz konusu olayların analizinde ufuk açıcı kuramsallaştırma ve açıklamalar üretse de konunun sosyolojik bir gözle de ele alınmasında yarar olduğuna kuşku yoktur. Ne var ki sosyologların şiddet ve teröre ilişkin araştırma ve kuramsallaştırmalarının özel