Demokratik açılım, yaklaşık altı ay önce, Kürt sorunu başta olmak üzere Türkiye’deki bütün kimlik sorunlarını çözmek üzere hükümet tarafından başlatılan bir süreç. Hükümetin anayasal kurumlarla müzakere ederek başlattığı bu sürecin en temel gerekçesi, Kürt meselesinin toplumsal barışın önünde önemli bir engele dönüşmüş olmasıydı. Çünkü Kürt sorunu başta olmak üzere, kimlik sorunlarının tamamı, çözümsüzlüğe terk edildikleri süre boyunca vatandaşın devlete aidiyetini ve toplumsal barışı zedeleyen bir düzeye ulaşmış durumda. Bu nedenle, açılım sürecinin en öncelikli hedefi, bu eğilimi durdurarak tersine çevirmek ve böylece toplumsal barış ve bütünleşmeyi tesis etmek idi.
Cumhuriyetin kuruluşunda mevcut toplumsal değerlere yabancı bir içerikle tanımlanan vatandaşlık statüsü, toplumun çoğunluğuna makbul vatandaş olmak için kendi kimliğinden feragat etmesini şart koşuyordu. Bu vatandaşlık tanımı, özellikle etnik ve dini eksen üzerinde toplumu yabancılaştırıcı bir işlev gördü. Soğuk savaşın güvenliği özgürlüğe önceleyen siyasal atmosferinde, kimlik sorunlarını dillendirme fırsatı bulmayan toplumsal kesimler, 1990’ların başından itibaren mevcut vatandaşlık tanımıyla yaşanan sıkıntıları dillendirmeye başladılar. Bu dönemde, yıllara yayılan askeri vesayet ve koalisyon hükümetleri dolayısıyla güçlü bir siyasal iradenin oluşmaması, 1990’lı yılların özgürlükleri genişletmek yönünde kullanılamamasına ve önemli bir fırsatın heba olmasına yol açtı. Kamu bürokrasisi, soğuk savaş sonrası, küresel ve bölgesel gelişmelere ve bu gelişmelerin eski ezberleri bozmasına kayıtsız kalarak soğuk savaş siyasal denklemini sürdürse de, toplumsal-siyasal kimlikler güçlenmeye devam ettiler. Böylece, siyaset ile toplum arasında ciddi bir yırtılma gerçekleşmeye başladı. Siyaset kurumu cüce kalsa bile, toplumsal kimlikler mevcut vatandaşlık tanımından kaynaklanan sıkıntılarını dillendirmek için küçümsenmeyecek bir toplumsal destek ve meşruiyet devşirdiler.
Bu genel yapı içinde, Kürt meselesini özel bir yere konumlandırmak gerekir. Kürt meselesi, güvenlik eksenli politikaların egemenliği altında 1990’lar boyunca, önce siyasallaştı sonra da toplumsal uyuşmazlığa dönüştü. OHAL, faili meçhul cinayetler, zorunlu göç, 40 bine varan can kaybı, milyar dolarlarca ekonomik kayıp, Kürt meselesini Türkiye’nin geleceğindeki en önemli ulusal güvenlik meselesi haline getirdi. Ekonomik veya güvenlik kaygılarıyla doğudan batıya doğru gerçekleşen göç, Kürt meselesini Türkiye’nin her yerleşim bölgesinde gündelik hayatta etkileri hissedilen bir meseleye dönüştürdü. Toplumsal veya siyasal kaygılarla yaşanan gerilimler, toplumsal barışı tehdit eden bir düzeye ulaştı. Bu durum, devletin Kürt meselesine yaklaşımında ciddi bir muhasebe süreci başlattı. Güvenlik bürokrasisi, siyaset kurumu, kamuoyu ve uluslar arası dinamikler güçlü ve müreffeh bir Türkiye’nin geleceği için bu meselenin çözümsüzlüğe bırakılmasına daha fazla kayıtsız kalamadılar. AK Parti hükümeti, anayasal kurumlar, siyasal partiler, kanaat önderleri ve uluslar arası aktörlerle görüşerek bu soruna çözüm üretme arayışına girdi. Demokratik açılım olarak ilan edilen bu süreç böyle bir dönemde altı ay önce başladı.
Geçen altı aylık döneme bakıldığında, büyük umutlarla başlatılan sürecin hedeflediği sonuçları henüz üretmediği açık. Sürecin aksamasına yol açan asıl etken, kolay devşirileceği varsayılan siyasal mutabakatın henüz gerçekleştirilememiş olmasıdır. CHP, MHP ve bir kısım bürokratik aktörler, Kürt meselesinin toplumsal uyuşmazlığa dönüşme eğilimini, toplumsal barış ve ulusal güvenlik için taşıdığı önemi göz ardı ederek, açılım sürecini akamete uğratarak AK Parti’yi zayıflatma hesabı içerisine girmiş durumdalar. Bu aktörler için, AK Parti iktidarı devrilene kadar her şey bekletilebilir. Esas öncelik ne pahasına olursa olsun, AK Parti’yi zayıflatmaktır. DTP ve PKK da bu süreçte Kürt sorununun çözümü yönünde bir politika geliştirmedi. Onların demokratik açılımı desteklememelerinin asıl nedeni, AK Parti’yi zayıflatmaktan öte, kendi varlıklarını muhafaza etmek oldu. Tasfiye korkusuna kapılan bu aktörler, açılım üzerinden kendi geleceklerinin pazarlığını yapmaya başladılar. AK Parti ve onu destekleyen kamu bürokratları ise, geçen süre boyunca, farklı kaygılarla açılım sürecini baltalayan bu muhalefet bloğuyla baş etmenin doğru yöntemlerini henüz keşfetme sürecindedir. Karşılaştığı sert direnç dolayısıyla da süreci arzuladığı ölçüde yönetmekte sıkıntılar yaşıyor.
Nihayetinde, 1 ayı bulan sokak gösterileri, gün geçtikçe artan sıcak çatışmalar, provokasyonlar ve DTP’nin kapatılmasıyla süreç duraklamaya girdi. Bu altı ay boyunca, gerçekleşen en somut kazanım, sorunun geniş bir toplumsal yelpazede bütün yönleriyle tartışılmış olmasıdır. Bu tartışma evresinde, muhtemel direnç ve desteklerin fizibilitesi yapılmış, sürecin yanında veya karşısında olacak aktörler ve gerekçeleri açığa kavuşmuş ve Kürt meselesinin çözüme kavuşturulması gerekliliğine dair bir mutabakat oluşmuş durumdadır. Şimdi, altı ay boyunca netleşen pozisyonları ve dillendirilen kaygıları hesaba katarak, somut ve uygulanabilir bir proje ile yola devam etmenin zamanıdır.