2007'de cumhurbaşkanlığı seçim tarihi yaklaştıkça iki ana eğilimin hızla yükseldiğine şahitlik etmiştik. Birincisi anti-demokratik güçlerin muhtıra ile billurlaşan psikolojik harekâtıydı. İkincisi ise aniden artış gösteren PKK'nın terör eylemleriydi. Yakın tarihimizi dikkatlice okuyabilen hemen herkes iki eğilim arasındaki eşgüdümün tesadüf olamayacak kadar insicamlı olduğunu tespit etmiştir.
AK Parti kapatma davası, 29 Mart seçimleri ve en son demokratik açılım sırasında da benzer bir eğilim devam edegeldi.31 Mart vakasını aratmayacak düzeyde 'eski düzeni isteruk' nidalarıyla süslü Cumhuriyet mitinglerinden, BDP'nin seçim öncesi ortamı geren sivilliği kendinden menkul, itaatsizliği mülhem eylemlerine erdik. Cumhuriyet mitinglerinin ilham kaynağı militarist odaklar demokratikleşme karşısında geri adım attıkça, eylemlerin kendisi de önce anlamsızlaştı, bir süre sonra da hitama erdi. BDP'nin, her vesile ile varlığını borçlu olduğunu söylediği 'PKK gerçeği'ne yaslanan; dolayısıyla da sivilleşemeyen yapısı ise çözümü sürekli zora sokan eylem takviminin canlı kalmasını sağlıyor. Öyle ki eylemler organik bir halk tepkisinden ziyade, takvimi belli bir görev ve nöbet çizelgesi şeklinde işliyor. Avrupa-Kandil-İmralı-KCK hiyerarşik mekik mesajlaşmasından sonra bir eylem görev kâğıdı geliyor. BDP hem Kürtlerin maliyetine hem de meşru bir siyasi parti görüntüsünden uzaklaşmak maliyetine eylemlere başlıyor. Güneydoğu'da sürekli mağduriyet algısının, ülkenin geri kalanında ise öfkenin büyümesine yatırım yapıyor. Bu kısır döngü daha ne kadar devam edebilir?
Cumhuriyet mitinglerinin ilham kaynağı militarist odaklar ortada görülmedikçe Kemalistler tedrici olarak normalleşme sinyalleri vermişlerdi. Özellikle CHP'ye yansıyan bu durum, biraz daha siyasi parti olma ve meşru yollarla mücadele etme gayretlerinin ortaya çıkmasını sağladı. Birçok farklı kesim tarafından da olumlu bir gelişme olarak değerlendirildi. Benzer bir eğilimi BDP cenahında görmek pek mümkün olmadı. Meşru siyasi yolların, eski Türkiye ile mukayese edilemeyecek düzeyde açık olduğu bir ortamda illegaliteyi tercih ısrarı, 30 yıllık mücadelenin ardından olgun bir siyasi parti olmasını bile engellemektedir. Türkiye vesayetten hızla uzaklaşırken, BDP geç kalmış Kürt Kemalizm'i marifetiyle üzerindeki vesayetin derinleşmesi için elinden geleni yapmakta. PKK, Reşadiye eylemiyle demokratik açılıma ne yaptıysa, BDP halkoylamasındaki tavrıyla demokratikleşmeye onu yaptı. PKK, karakol baskınlarıyla Türkiye'deki toplumsal gerilime nasıl yatırım yaptıysa, BDP öz savunma, bayrak vs. tartışmalarıyla çözümsüzlüğü o kadar büyüttü. Yukarıdaki tespitlerimizden sonra şu cümleyi kurmak iddialı olmayacaktır: Önümüzdeki yıllarda tabii siyasi süreçler ya AK Parti'yi Güneydoğu'da çok daha güçlü bir aktöre dönüştürecek ya da vesayeti reddeden farklı aktörler ortaya çıkacak. Yakın siyasi tarihimize üstünkörü bir bakış bile bu sürecin kaçınılmaz olduğunu görmek için yeterlidir. Lakin anakronik sol aydın patronajı altındaki Kürt siyasi cenahı, bu organik süreci tasfiye olarak okumaktadır. Tasfiye saplantısı arttıkça vesayet derinleşmekte, vesayet derinleştikçe Kürtlere rağmen, ama onlar adına geç kalmış Kemalizm kendisine hayat alanı bulmaya devam etmektedir. Dün Cumhuriyet mitinglerinde kategorik bir nefret düzeyinde şeytanlaştırılan AK Parti, bugün BDP siyasi jargonunun tam da göbeğine oturmuş durumdadır. Kürtlerin ezici çoğunluğunun niçin AK Parti'yi tercih ettiğini anlamak yerine, Erdoğan'ı ortalama BDP'linin dünyasına oturamayacak kadar ötekileştirme gayreti devam etmektedir. Bu denli fanatizmi en son açıklayacak şey Kürt kimliğinin bizatihi kendisidir. Bu şizofrenik siyasi aklın kaynağını lider veya öne çıkan BDP'li kadrolarla, onlara oy veren kitlenin etnik kimliğinin dışında kalan toplumsal kodlarının derin farklılaşmasında aramak yerinde olacaktır.
AK Parti'ye ve BDP'ye oy veren milyonlarca Kürt'ün birbirinden farklı toplumsal kimlikleri bulunmamaktadır. Sorun BDP'nin Suriye modelini andıran siyasi sınıf yapısından kaynaklanmaktadır. Tam da bu yapıdan dolayı Suriye'yi aratmayacak düzeyde olağanüstü hal politik psikolojisinden bir türlü uzaklaşamamaktadırlar. Oysa benzer süreçleri yaşayan diğer dünya örneklerinin hemen hepsinde, güçlü sivil aktörler, silahları ve terörü açıkça reddettikleri ölçüde sahici aktörlere dönüşebildiler. Elbette, böylesi bir reddin çok kaba bir şekilde vuku bulacağını düşünecek kadar naif değiliz. Mesele, Kürt sorununun var ettiği siyasi partilerin bizatihi kendilerinin daha büyük bir sorunsala dönüşmüş olmalarıdır. Çözüm ihtimalini bir siyasi çizgiye ciro etmek yerine her seferinde tasfiye şeklinde okuyan yaklaşımın nasıl bir normalleşme yol haritası önereceği gerçekten merak konusudur. 2011 Türkiye'sine 1960 model anakronik sol jargon ile konuşmaya çalışan; 1990'ların şiddet ortamı psikolojisini en temel insan hakları taleplerinde bile kullanmaktan vazgeçemeyen ham bir siyasal akla BDP'li Kürtlerin cari desteği ilanihaye olmayacaktır. Bütün Ortadoğu'da ve Kuzey Afrika'da demokratik değişim talepleri hızlanırken, Türkiye Irak ile ekonomik entegrasyon sürecine devam ederken; Başbakan Erdoğan Erbil'i ziyaret ederken; PKK, BDP için bir fırsattan hızla maliyete doğru dönüşebilir. Bu değişimi erken fark edenler, sorunu değil çözümü büyütenler safında birleşeceklerdir. Fark edemeyenlerin ise ulusalcı dalganın ucuz taktiklerine mahkûm olmaları mukadderdir. Malum, çok değil, birkaç yıl önce, ulusalcıların dışarıya yönelik en temel tezi AK Parti'nin 'demokrasi düşmanı' olduğuydu. Bizatihi yaşanan hızlı demokratikleşme, tezle beraber iddia sahiplerini de millet tarafından siyasi arenada anlamsız kıldı. Benzer şekilde, bugün dünyaya Erdoğan'ın Mübarek, Dar Kapı'nın Tahrir Meydanı olduğunu gösterme garabeti içerisine girenler; Tahrir Meydanı'nda 1 Şubat günü Erdoğan sesleri yükseldiğini fark edemeyenlerdir. Bu, siyasalı nesh eden yaklaşım tarzı, Kürtler ve Türkler maliyetine uzun süre sürdürülemez. Öyle ki, Türkiye çoktan militarizme sivilliği, vesayete itaatsizliği tercih etmiş bulunuyor!