30 Mart seçimlerinden sonra Cumhurbaşkanlığı meselesi siyasal gündemin ilk sırasına yerleşmiş durumda. Seçimlerden önce Cumhurbaşkanlığı meselesi, kimin Cumhurbaşkanı olacağı, daha doğrusu, Erdoğan’ın Cumhurbaşkanlığına aday olup olamayacağı üzerinden tartışılıyordu. Seçimlerin Erdoğan’a adaylık vizesi verecek bir şekilde sonuçlanmasından sonra, tartışmanın odağı değişerek, Erdoğan’ın muhtemel Cumhurbaşkanlığı üzerinden Cumhurbaşkanı’nın yetkileri tartışmasına döndü. Ancak, tartışma, siyasal sistemin geçirdiği veya ihtiyaç duyduğu değişiklikler üzerinden yürütülmek yerine, maalesef, Erdoğan ismi üzerinden yürütülüyor. Böyle olunca da, Türkiye’nin tarihsel tecrübesini ve gelecek vizyonunu hesaba katan verimli bir tartışmaya rastlanamıyor. Oysa Erdoğan ismini paranteze alıp Türkiye tecrübesine daha soğukkanlı bir bakışa ihtiyaç var.
Türkiye, bugüne kadar, Cumhurbaşkanının seçilme biçimi, siyasal sistem içindeki konumu ve yetkileri konusunda, birbirine yakın süreler boyunca hayat bulmuş, iki modeli tecrübe etti. 1923-1960 yılları arasında halk tarafından seçilen partili Cumhurbaşkanı modeli hayat bulurken, 1960’tan bugüne kadar da partisiz olması öngörülen ve Meclis tarafından bir dönem için seçilen bir Cumhurbaşkanı modeli hayata geçti. 2007’deki krizden sonra referandumla kabul edilen Cumhurbaşkanının halk tarafından iki dönem için seçilmesine yönelik düzenleme ile Türkiye üçüncü bir modele, deneyime geçiyor. Abdullah Gül, bir yandan Parlamento tarafından seçilmiş son Cumhurbaşkanı olması, öte taraftan ikinci kez ve halk tarafından seçilme imkanıyla, eski model ile yeni model arasındaki geçişi-bağlantıyı oluşturuyor. Her halükarda, Ağustos 2014’teki seçimlerle, Türkiye Cumhurbaşkanı’nın yetki ve seçimine ilişkin üçüncü modele adım atmış olacak.
Bu yeni modelin hangi noktalarda eski modellerden farklılaştığını ve hangi koşullarda ne tür gerekçelerle uygulamaya sokulduğunu anlamak için eski modellere daha yakından bakmaya ihtiyaç var.
SİYASETÇİ CUMHURBAŞKANI
Siyasi tarihimizin 1923-1960 yılları arasındaki dönemde deneyimlediği ilk Cumhurbaşkanlığı modelinde, Cumhurbaşkanlığı makamı, genel seçimlerde birinci gelen siyasi partinin lideri tarafından dolduruluyordu. Bu model, Cumhurbaşkanı’nın siyasi lider olmasını öngörüyordu. 1923-1938 yılları arasında seçimlerle iktidar yetkisini alan CHP Genel Başkanı sıfatıyla Atatürk Cumhurbaşkanlığı koltuğunu doldururken, 1938-1950 yılları arasında da Atatürk’ün yerine CHP genel başkanlığına gelen İnönü bu unvanı üstlendi. Başka bir siyasi partinin seçimlere girmesine izin verilmediği için genel seçimlerde bir yarış olmasa da Cumhurbaşkanlığı makamı meşruiyetini, genel seçimlerde toplumdan alınan yetkiden alıyordu. Nitekim 1950’deki seçimleri DP kazandığında, İnönü, hükümet devrine karşın Cumhurbaşkanlığını bırakmak istemese de Celal Bayar, Cumhurbaşkanının seçimi kazanan siyasi parti liderinin hakkı olduğunda ısrar ederek bu teklife yanaşmamış ve Cumhurbaşkanlığını İnönü’den devralmıştı. Bayar, 1960’ta askeri darbe ile devrilene kadar, genel seçimlerde kazandığı başarı üzerinden bu görevi sürdürmüştü.
1923-1960 arasında deneyimlenen bu modelde, Cumhurbaşkanı, siyaset kurumunun başı olarak gücünü doğrudan milli iradeden alıyor, seçimi kazanan siyasi parti lideri olarak başbakanlığa kendi partisinden uygun gördüğü birisini atıyordu. Atatürk, başba