AK Parti ve MHP genel başkanları dün yaptıkları ikili zirvede hükümet sistemi değişikliği öneren anayasa değişikliği üzerinde uzlaştı. Yıldırım ve Bahçeli'nin konuşmalarıyla mutabakat metninin önümüzdeki hafta AK Parti'nin "kendi önerisi" olarak Meclis'e sunulacağı bilgisi kamuoyu ile paylaşıldı. Liderler zirvesine kadar iki husus dışındaki maddelerde zaten heyetler arası görüşmelerde anlaşmaya varılmıştı: Cumhurbaşkanının parti genel başkanı olması ve Yüce Divan'a sevki. Görüşmenin "olumlu" geçtiği söylendiğine göre bu konulardaki pürüzlerin giderildiği düşünülebilir. Başbakan Yıldırım açıklamasında "cumhurbaşkanı seçilen kişinin partisi ile ilişiğinin devam edeceği" hususunu netleşirdi ise de parti genel başkanlığı konusu şimdilik belirsiz kaldı. Böylece AK Parti ve MHP Türkiye siyasetini derinden etkileyecek bir adımı atma konusunda uzlaşmış oldular. Anayasa değişikliğinin önce Meclis'te, sonra yapılacak referandumda kabul edilmesi halinde 2019 seçimleri ile birlikte Türkiye tipi tam başkanlık sistemine; yani "cumhurbaşkanlığı sistemine" geçilecek. Bu tarihe kadar mevcut fiili yarı başkanlık uygulamasının devam edeceği anlaşılıyor. Aslında önümüzde yaklaşık 3 yıllık bir geçiş dönemi bulunuyor. Cumhurbaşkanlığı yürütmenin başı olarak yeni bir kurumsallaşmayı gerçekleştirecek. Bu "kurucu" misyon mevcut kurumların bu geçişe hazırlanması ve bürokrasinin yeniden yapılanması demek. Cumhurbaşkanlığının sistem içindeki bu tarihi ve kurucu konumunu CHP'nin "rejimdeğişikliği" ve "bölünme tehlikesi" tartışması olarak ele almaya devam edeceği malum. Ancak hükümet sistemi değişiminde "yapıcı" ve "etkili" olmayı seçmeyen CHP, siyaseten de MHP'ye nispetle büyük bir alan kaybı yaşıyor. Parlamenter sistem taraftarı akademisyenlerin bile gelecek başkanlık modelinin demokratik olması için görüşlerini sunduğu ortamda CHP, AK Parti-MHP uzlaşması karşısında negatif siyasetten bir adım öteye geçemedi. MHP, özellikle 15 Temmuz darbe girişiminden sonra, meselenin Cumhurbaşkanı Erdoğan'a kariyer planlaması yapmak olmadığını, aksine ülkenin istikrarı olduğunu gördü. CHP, bir yandan iktidarın siyaseti OHAL uygulamaları üzerinden bilinçli şekilde "güvenlikleştirdiğini" öne sürüyor. Diğer yandan kendisi de "bölünme" söylemi üzerinden başka bir "güvenlikleştirme" üreterek karşılık veriyor. Halbuki Türkiye'nin somut tehditlerle uğraştığı bir düzlemde aynı güvenlik "dilini" AK Parti-MHP bloğundan daha "etkili" kullanması mümkün görünmüyor. Uluslararası düzenin çatladığı ve bölgesel türbülansın hızlandığı bir dönemde Türkiye cumhurbaşkanlığı sistemine geçiyor. Bu geçişin devlet kurumlarının daha etkin ve demokratik bir yapılanmaya varması ile sonuçlanması gerekiyor. Kriter dergisinin aralık sayısına da yazdığım gibi iç ve dış krizlerimiz yeni bir devlet tasavvurunu icbar ediyor. Cumhurbaşkanlığı sistemi hem denge ve denetlemeyi kurumsallaştırmalı hem de devlete yeni bir misyon ve ruh yüklemeli. Batılı demokrasilerin bu tür misyonları olmadığı yönündeki liberal hurafeyi bir yana bırakalım. Cumhurbaşkanlığı sistemi ülke bütünlüğünü ve güvenliğini koruduğu gibi yumuşak ve kapsayıcı bir milli kimlik kolajını da taşımak durumunda. İslami talepleri tanıyan ancak devleti ele geçirme arayışlarını sonlandıran yeni bir laiklik anlayışına dayanmak zorunda. Dış politikası ise aktif, ön alıcı ve gerektiğinde sert güç kullanan bir düzleme oturmak mecburiyetinde. Gidilen yol, dışa dönük, barış ve işbirliği temelinde düzen kurma hedefi taşıyan, müdahil bir yeni demokratik ulus-devlet olmalı vesselam.
[Sabah, 2 Aralık 2016].