Arap Baharı I. Dünya Savaşı sonrası şekillendirilen Ortadoğu'da köklü bir değişim beklentisi yaratmıştı. Libya, Suriye ve Yemen'deki iç savaşlarla bahar kışa dönüşünce bölgede ne eski düzen yıkılabildi ne de yeni bir düzen kurulabildi. Bu geçici dönemde bölgesel güçlerin rekabetini yansıtan vekalet savaşları bölgeyi etkisi altına aldı.
Bölgesel güçlerin vekalet savaşlarının en büyük maliyeti ise milli çıkarların dini söylemlerle savunulduğu yeni bir dini coğrafya yaratmasıdır.
Devlet yapılarının çöktüğü bir dönemde silahlı grupların tekfirci söylemleri bu dini coğrafyanın parçalanmasını ve kutuplaşmasını derinleştirdi.
İslamcı söylemler otoriter- seküler rejimlere muhalefet konumundayken daha özgürleştirici rol üstlenebilirken bugünün çatışmacı ortamında ciddi bir çatışma ve yozlaşma üretiyor.
Hem de vekalet savaşlarının görünmeyen kazananının İsrail olduğu göz ardı edilerek. Bölgedeki yeni çatışmacı ortam en fazla Türkiye'nin bölgesel perspektifine ters düştü. Demokrasi, laiklik ve İslami hassasiyetler arasında bir dengeyi yakalayan AK Parti İktidarı bölgenin geleceğini ekonomik işbirliği ve bütünleşmede görüyordu. Ancak bölgesel realite sert güç kullanan güçlerin rekabetine dönüşünce Türkiye'nin dış politika seçenekleri daralmaya başladı.
Suriye ve Libya'daki iç savaşın yanı sıra Mısır'daki Sisi darbesi devrim sonrası devlet inşa süreçlerinin çökmesi ile sonuçlandı.
Bu yeni ortam, bölgede sadece yumuşak gücün dönüştürücü olamayacağını da gösterdi.
Bölgesel çatışmaların çözümünde Türkiye aktif askeri operasyonlarda bulunmayı tercih etmiyor.
Sert gücün sonuna kadar kullanıldığı çatışma sahalarında Türkiye, sert güç tekniklerini ancak çok sınırlı şekilde kullandı. Aynı zamanda Arap Baharı sonrası halkların yanında olma prensibini de terk etmedi. Dış politika analizlerindeki en sorunlu şey ise, Türkiye'nin bölgedeki ülke bazlı politikalarının İran ve S.
Arabistan arasındaki mücadeleye endeksli okunmasıdır. Zira bu analizlerde Türkiye'nin dış politikasının tutarlılığı gözden kaçırılıyor.
Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın S. Arabistan ile daha yakın ilişkiler kurması ve İran'ı bölgeyi domine etmeye çalışmakla eleştirmesi Sünni bloğa katılmakla yorumlanabiliyor.
Halbuki bu yakınlaşma bölgesel güçleri müzakere masasına oturtma gayretinin yansıması.
Böylece S. Arabistan üzerinden BAE ve Mısır'ın Libya'daki oyununu dengeleme, Mısır iç siyasetinde yumuşama ve Yemen'de İran ve S. Arabistan mücadelesinin sınırlandırılması söz konusu olabilir.
Yine Erdoğan'ın İran gezisinde verdiği mesajları ve Yemen'de çatışmayı durdurmak için birlikte çalışmayı önermesini de U dönüşü olarak değerlendirmek doğru değil. Bu yüzden bölge siyasetindeki sıkışmışlığı ve kutuplaşmayı aşmak için önerilen pasif bir "tarafsız ve laikçi" dış politikaya dönüş önerisi de sorunu çözecek bir alternatif oluşturmuyor.
Erdoğan'ın formüle ettiği mezhepler üstü söylem ve bölgesel güçler arasında müzakereyi önceleyen yaklaşım bölgenin kaosunu aşma çabasıdır.
Diğer bir deyişle, Türkiye diplomasiyi ve siyasi müzakereleri önceleyen yeni bir dış politika seferberliği seçeneğine yöneliyor.
Bunun yolu da ne bölgeden çekilen eski pasiflaik politikaya dönmek ne de bölgenin kutuplaşmasına taraf olarak kapanmaktır.
ABD ve BM'nin bölgenin sorunlarını çözmede etkisiz olduğunu iyi bilen Erdoğan, İslam dünyasının genelinde bir farkındalık yaratarak bölgedeki mezhep çatışması sarmalından çıkış aramakta: "Sizin mezhepsel bir anlayışınız olabilir, ama bunu bir mezhep olarak karşı bir mezhebe dayatırsanız, o zaman siz ümmeti parçalamış olursunuz. Şu anda İslam dünyası parçalanma riskiyle karşı karşıya."
Malezya ve Endonezya'ya resmi ziyaretleri de Müslümanların daha fazla parçalanma girişimlerini durdurmaya yönelik yeni dış politika seferberliğinin parçaları.
Bu seferberlik bölgedeki "mezhep taassubunu" aşmaya çağıran ve İslam dünyasının laiklik ile İslami değerler arasında yeni bir denge bulmasını isteyen bir söylem eşliğinde geliyor.
[Sabah, 10 Nisan 2015]