SETA > Yorum |
Bir Mütereddit Süper Güç Olarak Amerika

Bir Mütereddit Süper Güç Olarak Amerika

Amerikan dış politikasının en iyi gözlemcilerini bile oldukça zor durumda bırakan bu dönemde izlenen politikaların sebebi olarak kimileri Obama'nın dış politika karar verme mekanizmasında ortaya çıkardığı merkeziyetçi ve zor karar veren yapıyı kimileri de Obama yönetiminin retorik ile realite arasındaki derin uçurumu geç anlamasını gösterdi.

Soğuk Savaş’ın sona ermesinden bu yana dünya politikasında tek süper güç olarak kalan Amerika Birleşik Devletleri, çeşitli sıfatlar ile tanımlanır olmuştu. ABD, 1990’lar boyunca kimi zaman “iyi huylu süper güç”, kimi zaman da “vazgeçilmez süper güç” olarak isimlendirildi. 11 Eylül sonrasında önce teröre karşı mücadele daha sonra da “demokrasi gündemi” politikası ile “demokratik süper güç” tanımlamasını kazanmaya çalışan Washington yönetimi, o günden bu yana bazılarınca “meşru olmayan süper güç” daha sonra yaşanan küresel ekonomik kriz ile birlikte de “gerileyen süper güç” olarak adlandırılır oldu. Ancak son zamanlarda Amerika’nın hedefleri ve dış politika stratejilerini anlamak ve anlamlandırmak isteyenler, tanımlandırma konusunda daha fazla zorlanmaya başladı. Zira Amerika stratejik hedefleri her zamankinden daha fazla dalgalanan, dış politika girişimleri daha bir tutarsız ve verdiği mesajlar daha çelişkili, kararsız ve mütereddit bir dönem yaşamaya başladı.

Amerikan dış politikasının en iyi gözlemcilerini bile oldukça zor durumda bırakan bu dönemde izlenen politikaların sebebi olarak kimileri Obama’nın dış politika karar verme mekanizmasında ortaya çıkardığı merkeziyetçi ve zor karar veren yapıyı kimileri de Obama yönetiminin retorik ile realite arasındaki derin uçurumu geç anlamasını gösterdi. Hatta bazıları aslında bu kararsızlığın gayri ihtiyari ortaya çıkan bir durum olmadığını, bilakis takip edilen politikanın “eylemsizlik” stratejisinin bir uygulamasından ibaret olduğunu iddia etti. Ancak son beş yıla bakıldığında Obama yönetimindeki bu mütereddit halin tek bir açıklamasının olmadığı ve yukarıda adı geçen faktörlerin hepsinin farklı zaman dilimlerinde bu durumun ortaya çıkmasında etkili olduğu görülüyor.

RETORİK VE REALİTE

Başkan Obama’nın dış politika yaklaşımında yaptığı konuşmalar ile uygulamaları arasında oluşan uçurum, belki de kendisine en sık yöneltilen eleştiri haline gelmiş durumda. Ortaya konulan dış politika hedeflerindeki sapmaların sebebi olarak kimi zaman politikaların uygulanması konusunda yapılan hesaplama hataları kimi zaman ise Obama’nın risklerden sakınan siyasi üslubu öne çıkıyor. Örneğin yemin töreni sonrasında imzaladığı ilk karar olan ve Amerika’nın uluslararası arenada imajını oldukça olumsuz yönde etkileyen Guantanamo kampının bir sene içerisinde kapatılma kararının gerekli hukuki altyapı çalışmaları ve siyasi girişimlerin hayata geçirilmesinden önce verildiği beş sene sonra kampın hâlâ açık olması sayesinde açıkça görülebiliyor. Özellikle Kongre’nin bu konudaki tavrının iyi hesaplanamaması Obama’nın bu iddialı hedefinden son beş yılda sürekli geri adım atması ile sonuçlandı.

Ancak Obama’nın dış politikada attığı geri adımlardan her zaman Kongre sorumlu değil. Özellikle Suriye’de Esed rejiminin kimyasal silah kullanımını “kırmızı çizgi” ilan eden Obama yönetiminin bu çizginin aşıldığının ayan beyan ortaya çıkmasından sonra sergilediği zaman kazanmaya yönelik tutumu büyük oranda iç politikadaki sınırlamalardan ziyade Başkan Obama’nın risk almaya yanaşmayan siyasi kişiliğinden kaynaklandı. Başkan Bush döneminde girilen riskli dış politika maceralarını tekrarlamama söylemiyle pazarlanan bu yeni riskten kaçan tutum bir yandan risk tanımını olabildiğince genişletirken öte yandan da dış politikada pragmatizmin sınırlarını zorlayan bir esneklik hatta kimilerine göre bükülebilirliği beraberinde getirdi. Bu tavır uluslararası arenada ortaya çıkan problemlerde sorumluluktan kaçınan, çözme konusunda isteksiz bir Amerika resmi ortaya çıkardı.

Obama’nın iktidara gelmesinden hemen sonra dış politika takımı hakkında ortaya çıkan siyasi dedikoduların arasında bu gruptan bazılarının özellikle Başkan Kennedy’nın kriz dönemlerinde uyguladığı eylemsizlik yönteminin başarısına olan ilgileri öne çıkıyordu. Buna göre uluslararası arenada yaşanan her kriz Amerika çıkarları için aynı aciliyeti taşımadığı gibi her sorun da hemen çözümlenmeyi gerektirmiyordu. Dolayısıyla ulusal güvenliğin ve ekonomik çıkarların tehdit altında olmadığı durumlarda izlenecek “bekle gör” politikası hem hatalı bir kararın verilmesini engelleyecek hem de olası siyasi maliyeti en az seviyeye çekecekti. Bu stratejinin işaret fişeği Libya krizi sırasında Obama’nın sıkça ifade ettiği “geriden liderlik etme” söylemi ile atılmıştı. Daha sonra artık “sorumluluk doktrini” olarak adlandırılan ve güvenlik ve istikrar konusundaki mesuliyetin küresel güç olarak Amerika’dan ziyade bölgesel güçlere transferini öngören anlayışla bu strateji pekiştirilmeye çalışıldı. Obama yönetimi kimi durumlarda bu stratejiyi uygulayarak kendince ortaya çıkan krizleri zarar görmeden çözme arayışı içine girdi. Mesela Suriye krizinin ortaya çıkmasından hemen sonra rejimi gayri meşru ilan etmesine rağmen Obama, bu gayri meşru yönetimin kendi halkına karşı başlattığı saldırılara karşı çok ciddi bir siyasi veya askerî girişim içine girmedi. Dahası caydırıcılığı en etkin ve inandırıcı bir biçimde kullanabilecek bir süper güç olarak bu stratejiden dahi istifade edilmedi. Hatta kimilerine göre bölgedeki diğer aktörlerin güç ve meşruiyet kaybı yaşayarak Amerika’nın kılını kıpırdatmadan göreceli olarak daha etkili bir duruma gelmesi beklendi. Bu durumun sonucu olarak Obama, kendince Amerika’yı ekonomik külfeti ve siyasi maliyeti olacak bir başka “Ortadoğu savaşından” uzak tutmaya çalıştı. Ancak bu eylemsizlik Suriye gibi kimi durumlarda kârdan ziyade geç kalınmışlığın ortaya çıkardığı külfeti beraberinde getiriyor. Dahası Amerika “eylemsiz bir süper güç” olmanın yaşattığı meşruiyet krizi ile de aynı anda baş etmek zorunda kalıyor.

KARAR VEREMEME

Son olarak Obama yönetimini dış politikada bu kadar mütereddit kılan bir başka unsur ise dış politika karar verme mekanizmalarında yaşanan zorluklarla ilgili. Derin bir dış politika tecrübesi ile göreve gelmeyen Başkan Obama’nın yakın çevresinin de dış politikadan ziyade iç politika konusunda uzmanlaşmış siyasi operatörlerden oluşması, bu konuda yaşanan zorluğun en önemli sebepleri arasında gösteriliyor. Bu isimlerin birçoğunun özellikle Obama’nın ilk dönemindeki önemli dış politika krizleri sırasında odak noktalarını iç politikadaki sonuçlar ve maliyet üzerine yoğunlaştırması ve Obama’nın dış politika uzmanları ile bu danışmanlar arasında kalarak karar verme konusunda yaşadığı zorluk çok ciddi krizler sırasında karar verme sürecinin yavaşlamasına sebep olmuştu. Dahası bu mekanizmanın Obama tarafından fazlasıyla merkezileştirilmesi, dış politika yapısındaki standart operasyon prosedürleri dışında diğer aktörlerin inisiyatif almasını engellemiş ve zaman zaman da kurumlar arasındaki tutarsızlıkları ortaya çıkarmıştı. Beş sene geçmesine rağmen hâlâ kritik dönemlerde kararların ne şekilde verildiği konusunda ortaya çıkmış bir model veya pattern bulunmuyor. Mısır’da 2011 senesinde Tahrir Meydanı’nda gösteriler devam ederken Dışişleri Bakanı Clinton ile Beyaz Saray’ın açıklamalarında ortaya çıkan farklılık ve temmuz ayında meydana gelen darbe sonrasında Kahire Büyükelçisi, Dışişleri Bakanı ve Beyaz Saray’ın yaptığı açıklamalarda yaşanan baş döndürücü gelgitler, bu mekanizmanın işleyişindeki karışıklığı ortaya koyuyordu. Sonuç olarak mütereddit bir süper güç olarak Amerika, sergilediği bu öngörülemez dış politikayla müttefiklerini farklı alternatifler arayışına sokarken küresel liderliğini ve güvenilirliğini tehlikeye atıyor.

[Zaman, 7 Ağustos 2013]