Joe Biden 20 Ocak’ta yapılan pek de alışılmadık bir devir teslim töreniyle ABD’nin 46. başkanı oldu. Biden’ın törende yaptığı konuşma “birlik-beraberlik” teması üzerine kuruluydu. Konuşmanın en çarpıcı noktası ülkenin “silahsız iç savaş” (uncivil war) şartları altında olduğunun bizzat yeni başkan tarafından ifade edilmesiydi. Bu ifade Amerikan toplumunun, değerler konusunda bir uzlaşı içerisinde olması bir tarafa, toplumsal anlaşmazlıkların makul bir şekilde yönetilmesini sağlayacak ortak kuralları benimseme konusunda dahi bir uzlaşıya sahip olmadığını ortaya koyuyordu. Değerler ve kurallar düzeyinde birliğin sağlanamaması, toplumun sıcak çatışmanın eşiğinde olduğunu teyit ediyordu. Yani toplumsal kesimleri bir arada tutan yegâne faktörün, elindekini kaybetmeme iştiyakı ya da ölüm korkusundan kaynaklanan, yazılı olmayan bir karşılıklı saldırmama anlaşmasından başka bir şey olmadığını vurgulamaktaydı.
Cumhuriyetçi toplum kesimlerine göre toplumdaki asıl kutuplaşma, Amerikan halkı ile küreselci elit arasında.Bu ifadeler abartılı görülebilir ya da kulağa pek gerçekçi gelmeyebilir. Ancak 6 Ocak Kongre baskınının ardından Amerikan kamuoyunda oluşan şok ve panik havası bu tespitin çok da yabana atılmaması gerektiğini ortaya koyuyor. Onca curcunaya rağmen Amerika, Western filmlerinde silahların patlamasının hemen öncesinde beliren derin sessizliği ve tekinsizliği çok yakından tecrübe etti. Biden’ın konuşmasının Lincolnvâri bir konuşma olarak değerlendirilmesi ve bir sembol olarak Abraham Lincoln’ın akıllara gelmesi boşuna değil. Bilindiği üzere, ülkenin 16. başkanı Abraham Lincoln, 1860’larda yaşanan Amerikan iç savaşında görev yapmıştı ve iç savaşı sonlandıran ve ülkenin birliğini tekrar sağlayan lider olarak tarihe geçmişti. Bu sebeple Lincoln ülkenin ikinci kurucusu addedilir.
Her iki taraf da dışladığı bu kesimleri olabildiğince küçük ve marjinal bir toplumsal kesim olarak sunma gayreti içinde.Bu gelişmelerin ışığında, mevcut Amerikan siyaseti iki önemli soru etrafında şekil almaktadır. Bu sorulardan birincisi “toplumda birliği kimin bozduğu” meselesine odaklanırken ikincisi ise Biden’ın toplumda birliği sağlama konusunda ne denli başarılı olacağını merkeze koyuyor. Bu iki konu önümüzdeki dönemde Amerikan siyasetinde iktidar mücadelesinin gidişatını belirleyecek sorular. Hem Demokratlar hem de Cumhuriyetçiler bu soruların merkezi rolünü kabul ediyor ve bu zeminde iktidar mücadelesi vermeye hazır görünüyorlar. Bundan sonraki süreç, toplumda birliği kimin bozduğuna ve Biden’ın toplumsal kutuplaşmanın hararetini düşürme ve nihayet ortadan kaldırma konusunda ne denli başarılı olacağına dair ileri sürülecek rakip tezlerin kapışmasına sahne olacaktır.
Birleştirici olmak istiyorsa Biden’ın sorunun yapısal faktörler tarafından tetiklendiğini kabullenmesi ve küreselleşmenin Amerikan toplumunda yarattığı tahribatı gidermeye yönelik bir siyaset takip etmesi gerekir.
Toplumsal birliği kim bozuyor?
Toplumda birliği kim bozduğu sorusunun işaret fişeği, bizzat Biden tarafından devir teslim töreninde yapılan konuşmada atıldı. Biden konuşmasında, toplumda öteden beri kırsal ile şehir merkezi ve liberaller ile muhafazakârlar arasında bir ayrışmanın ve rekabetin olduğunu teslim etti. Buna ek olarak, ırk zemininde beyaz/siyah ve cinsiyet zemininde kadın/erkek ayrışmalarının da ülkenin toplumsal düzeninde belirleyici rol oynadığına vurgu yaptı. İlk defa siyahi ve kadın bir başkan yardımcısının (Kamala Harris) seçilmesini işaret ederek bu ayrışmaların yatıştırılması konusunda zamanla ciddi bir yol alındığını da ekledi. Liberaller ile muhafazakârlar arasındaki ayrışmaya yönelik ise değerler konusunda ciddi ayrışmalar olsa bile, kurallar konusunda bir uzlaşının var olmasının önemine dikkat çekti; ülke tarihinde zaman zaman ayrışmaların dozajı artsa da, bir şekilde demokratik kurallara riayet edilmesinde ortak bir eğilimin oluştuğunu belirtti.Tüm bu kabuller ve karşı tarafa zeytin dalı uzatan ifadelerden sonra, kendisi ve birlikte hareket ettiği dava arkadaşlarının, ülkede yerleşik kuralları ve teamülleri hiçe sayan aşırı sağın varlığını hoş görmeyeceğinin altını net bir şekilde çizdi. Biden’a göre toplumda birliği bozanlar, değerler konusunda ayrışma yaşayan muhafazakârlar ya da kırsal kesim insanları değil, ülkedeki yerleşik demokratik kuralları hiçe sayan aşırı sağ gruplar. Aşırı sağ gruplar, ülkedeki yerleşik demokratik kuralları ihlal ederek toplumu iç savaşa sürükler şekilde birliği bozma tehlikesi oluşturmakta. Aşırı sağ gruplar liberaller ile muhafazakârlar arasındaki meşru ayrışmaların oluşturduğu çemberin dışına çıkarak ve bu çemberin oluşturduğu yerleşik müesses nizamı tehdit ederek toplum dışı bir nitelik arz ediyor. Toplumun bir parçası olarak görülmeleri de söz konusu değil. Her birliğin bir kurucu “dışarıya” ya da “ötekiye” ihtiyacı olduğu gerçeğini hatırlayacak olursak, Biden ülkedeki toplumsal birlik ve bütünlüğün dışarısının ya da ötekisinin aşırı sağ gruplar olduğunu dile getirmiş oldu. Ülkedeki birliğin yerleşik demokratik kuralları hiçe sayan aşırı sağa karşı kurulacağını ilan etti. Toplumun sınırlarının aşırı sağa karşıtlık üzerinden somutluk kazanacağını belirtti.
Cumhuriyetçi çevrelerdeki tartışmalara baktığımızda ise Biden’ın çizdiği bu resmi kabul etme konusunda pek bir ışık görünmüyor. Bu çevreler Biden’ın “Amerikan toplumu versus aşırı sağ” şeklinde formüle ettiği siyasi çerçeveyi, Demokratların Cumhuriyetçileri tahakküm altına almak için kullandığı hegemonik bir araç olarak görmekteler. Aşırı sağ olarak tanımlanan toplum dışı siyasi aktöre karşı konumlandırılan Amerikan toplumu, Biden’ın ifade ettiği gibi demokratik kurallara saygılı Demokratlar ve Cumhuriyetçilerden oluşmuyor. Bu kesimlere göre Biden, esasında Amerikan toplumunu liberal-küreselci çizgide tanımlıyor ve bu toplum tanımı içinde Cumhuriyetçilerin birçoğunun yer bulması söz konusu değil. Aşırı sağ ifadesini kullanarak Biden Cumhuriyetçilerin makul taleplerini de gayrimeşru hale getiriyor, onları toplumdan dışlıyor ve toplumu bölüyor. Toplumu birleştirme misyonu üstlenen Biden’ın hemen ilk adımda toplumu böldüğü ve kutuplaştırdığı tezi, Cumhuriyetçi çevrelerin şu an en fazla başvurduğu tez durumunda. Dolayısıyla “aşırı sağ” ifadesinin bir bakıma, özellikle 6 Ocak’taki Kongre baskını olayından sonra, Cumhuriyetçilerin geneli üzerinde kullanılan ve onları hizaya sokmaya çalışan bir siyasi sopa işlevi gördüğünü söylemek mümkün.
Cumhuriyetçi toplum kesimlerine göre toplumdaki asıl kutuplaşma, Amerikan halkı ile küreselci elit arasında. Biden ve demokratlar ve bunlarla hareket eden bazı Cumhuriyetçi siyasi elitler küreselci blokta yer alıyorlar ve Amerikan halkına ve devletine karşı ciddi bir tehdit oluşturuyorlar. O halde, “toplumda birliği kim bozuyor” sorusuna bu kesimlerin verdiği alternatif cevap, bunun küreselci elit ve onların kuyruğuna takılan toplumsal kesimler olduğu şeklinde. Bu görüş, küreselci eliti Amerikan toplumunun dışarısı ya da ötekisi olarak tanımlıyor. Küreselci elitin ülkeye ihanet ettiği ve halkı kandırdığı tezini işliyor. Hatırlanacağı üzere bu, eski başkan Trump’a 2016’daki başkanlık seçimini kazandıran ve yönetimi süresince başvurduğu temel antagonizmaydı. Trump’ın kaybetmesinin Trumpizmin kaybettiği anlamına gelmediğinin sıklıkla işlenen bir tez olması boşuna değil. Çünkü bu antagonizma öyle kolay bir şekilde yabana atılacak ve üstesinden gelinebilecek zayıf bir teze sahip değil. Cumhuriyetçi tabanın ve kısmen de partinin gösterdiği dirence bakılırsa, Trumpizmin aşırı sağ olarak çerçevelenip etkisizleştirilmesi öyle kolay olacağa benzemiyor; hem de 6 Ocak Kongre baskını gibi, bu kesimler açısından siyaseten çok yanlış ve talihsiz bir olayın yaşanmasına rağmen. Cumhuriyetçi seçmenlerin yarısının 6 Ocak Kongre baskınını gayrimeşru bir eylem olarak görmediğini burada küçük bir parantez açıp ifade etmek gerekir. Trumpizmin kolay kolay ölmeyeceğini dile getirenler ve uyarılarda bulunanlar genellikle Biden destekçileri. Beklentileri de “Amerikan toplumu versus küreselci” antagonizmasına galebe çalarak Amerikan siyasetinin “Amerikan toplumu versus aşırı sağ” şeklindeki antagonizma tarafından belirlenmesi.
Biden ülkeyi birleştirebilir mi?
Amerikan siyasetinin “küreselci versus yerli-millici” antagonizması tarafından belirlendiği epey ortada. Topluma birlik kazandırması düşünülen her iki antagonizmanın da (“Amerikan toplumu versus aşırı sağ” ve “Amerikan toplumu versus küreselci elit”) toplumun sınırlarını, fiziksel olarak toplumun içinde bulunan bir grubu dışlayarak kurmaya çalışması, toplumsal birliğin gerçekleştirilmesinin önünde büyük bir engel oluşturuyor. Bu engeli daha da büyüten faktör, aşırı sağ ya da küreselci şeklinde çerçevelenip sembolik olarak toplumun dışında tutulmaya çalışılan toplumsal kesimlerin, toplumun bütünü içinde marjinal bir azınlığı temsil etmekten uzak olması. Oysa her iki taraf da dışladığı bu kesimleri olabildiğince küçük ve marjinal bir toplumsal kesim olarak sunma gayreti içinde. Fakat son seçim sonuçlarına ve kamuoyundaki tartışmalara bakılacak olursa, aşırı sağ ya da küreselci olarak yaftalanan her iki siyasi pozisyonun da toplumsal desteğinin çok geniş olduğu gözlemleniyor. Aşırı sağ olarak adlandırılan siyaset Cumhuriyetçilerin büyük bir kesimi, küreselci olarak tanımlanan siyaset de Demokratların çok büyük bir kesimi tarafından kabul görüyor. Bu durumda her iki tarafın da küreselci ve aşırı sağ olarak tanımlanan eğilimleri bir kenara bırakması ya da kendi içlerinden atması mümkün değil. Aynı şekilde, siyasi iktidarı elinde tutan Demokratların, Cumhuriyetçilerin kendilerine boyun eğmelerini sağlayacak adımı atmaları, yani Cumhuriyetçilerin taleplerini kendi siyasi projelerine eklemlemeleri de imkân dahilinde görünmüyor. Bu durumda, mevcut toplumsal kutuplaşmanın siyasetin tam merkezine oturmasından başka bir sonuç beklenemez.Bu karamsar tabloya rağmen, Demokratların birliği sağlamak ve toplumsal kutuplaşmanın hararetini düşürmek adına atabileceği bazı pratik adımlar kamuoyunda tartışılıyor. Buna göre Biden’ın atabileceği birkaç adım var: Bunlardan ilki Kongre’de hemen Cumhuriyetçilerin desteğini alabilecek bir projeyi başlatmak. Örnek olarak, eski başkanlardan Bill Clinton’ın aynı amaçla Kuzey Amerika Serbest Ticaret Anlaşması’nı (NAFTA) geçirdiği ve bu süreçte bazı Demokrat Partili temsilciler itiraz ederken bazı Cumhuriyetçilerin ise destek verdiği dile getiriliyor. Biden’ın da siyasi kamplaşmayı bulandırmak ve zayıflatmak adına benzer bir girişimde bulunması kuvvetle muhtemel. Bir başka seçenek ise Demokratların Kongre’de Cumhuriyetçilere taktik anlamda bazı tavizler vermeleri. Daha somut olarak, Cumhuriyetçilerin itiraz ettikleri bazı konularda onlara boyun eğerek kendilerini güçlü ve güvende hissetmelerini sağlamak. Çok uzun yıllar Kongre’de görev yapan ve bu hassas dengelerin bilincinde olan Biden’ın bu seçeneği de gündeminde tutma ihtimali yüksek. Son olarak, Demokratların Trump’ın azil sürecini başlatmasının kutuplaşmayı daha da artıracağı, bu sebeple bundan vazgeçmenin siyaseten daha doğru bir adım olacağı ileri sürülüyor. Senatonun ve Biden yönetiminin, enerjisini kutuplaştırıcı ve yıpratıcı azil sürecine vermektense, topluma vaat edilen icraatlara harcamasının daha mantıklı olduğu söyleniyor. Bu yabana atılır bir seçenek değil, fakat Demokratların sadece Trump’ı değil Trumpizmi de ezmek ve kabaran toplumsal muhalefetin burnunu iyice sürtmek için bilendiği göz önüne alındığında, bunun pek de kolay olmayacağını söylemek lazım. Biden’ın devir teslim konuşmasında bu siyasi ve toplumsal akımı “iç terör” olarak adlandırdığı akıldan çıkarılmamalı. Ayrıca kamuoyu tartışmalarında Demokratlar, Cumhuriyetçilerin hâlâ yüksek perdeden konuşup Biden yönetimini taviz vermeye zorlayarak, yeterli ölçüde demokratik olmayan bir toplumsal birlik arayışına sevk etmeye çalıştığı konusunda uyarılarda bulunuyorlar.
Bu adımların özellikle ilk ikisinin Kongre’de Cumhuriyetçi temsilcileri kazanmaya odaklandığını ve toplumsal tabanda pek bir etkisinin olmayacağı açık. Demokratlar Cumhuriyetçi siyasi eliti kendi taraflarına çekebilirlerse toplumsal kutuplaşmanın da yatışacağını umuyorlar. Oysa Cumhuriyetçi siyasi elitin Demokratlara karşı yumuşaması, toplumsal tabandaki karşılığının azalmasına ve parti ile seçmenleri arasında bir güven bunalımının doğmasına yol açabilir. Cumhuriyetçi siyasi elitin, bu siyasi-toplumsal gerçeğin ve dengelerin farkında olması nedeniyle, Demokratlara yeşil ışık yakması pek kolay olmayabilir. Şayet bu gerçekleşirse, Amerikan siyasetinde yeni bir partinin doğuşuna ve orta ve uzun vadede hatırı sayılır bir güç elde edişine şahitlik edebiliriz. Trump’ın yeni bir parti kuracağı söylentilerinin tam da bu nedenle dolaşımda olduğuna şüphe yok. Cumhuriyetçi partinin önde gelen figürlerinin, kendi partilerini ayakta tutmak için, kendilerinin de bir parçası oldukları Washington eliti ile kendi toplumsal tabanları arasında bir karar vermeye zorlandığı oldukça açık.
Dış tehdit birleştirici olabilir mi?
Toplumsal kutuplaşmayı aşma ve birliği sağlama konusunda Biden için bir başka seçenek ise Amerikan toplumunun dikkatini toplumun tamamını tehdit eden bir dış tehdide çekmek. Dışardaki daha büyük bir tehdidin varlığı içerideki ayrışmaların üstünü örtebilir. Literatürde “günah keçisi” stratejisi olarak bilinen bu adımın, Biden tarafından atılıp atılmayacağı konusunda bir netlik yok. Biden devir teslim töreninde yaptığı konuşmasında pandemiyi bir dış tehdit olarak adlandırdı ve “pandemiye karşı birleşmeliyiz” dedi. Pandeminin Amerikan toplumunu hem ekonomik hem de sağlık açısından çok kötü etkilediği bir gerçek. Fakat pandeminin toplumu birleştirici bir etki yaratıp yaratmayacağı büyük bir soru işareti. Kaldı ki pandemi birleştirici bir rol oynayabileceği gibi ayrıştırıcı bir rol de oynayabilir. Trump’ın ipini çeken birincil faktörün pandemi ve onun yarattığı ekonomik ve toplumsal tahribat olduğu akıldan çıkarılmamalı. Cumhuriyetçi kesimlerde şimdiden, ekonomik yardımların Demokrat seçmenlere gittiği ya da gideceği konusunda dedikodular yayılmaya başlamış durumda.Dış tehdidin Amerikan toplumunun tamamını tehdit eden başka bir uluslararası güç olması daha makul bir seçenek olarak duruyor. Çin bu güçlerin başında geliyor ve Amerikan toplumunda Çin tehdidinin alıcı sayısı hiç azımsanmayacak oranda. Toplumun son yıllarda tecrübe edilen ekonomik sıkıntılarla Çin arasında bir bağ kurması çok zor değil. Çin’in Amerikan işlerini çaldığı, toplumda yaygın bir kanaat. Siyasi elit açısından ise Çin’in komünist ve otoriter bir güç olması ve Amerikan hegemonyasını sarsması, baş tehdit olarak adlandırılması için yeterli bir gerekçe. Fakat Biden ve ekibinin Çin’e karşı Trump yönetiminden ayrışarak daha farklı bir strateji izlemesi ihtimali yüksek. Küreselleşmeyi ve uluslararası kurumları yeniden canlandırmak isteyen Biden yönetiminin, Çin’i uluslararası düzenden dışlayarak değil kapsamaya çalışarak kontrol altına alma stratejisi izleyeceğini beklemek gerekir. Biden Çin ile reelpolitik üzerinden bir hesaplaşmaya girişmek yerine, liberal hegemonya araçlarını seferber ederek onu dengelemek isteyecektir.
Rusya ve İran başta olmak üzere otoriter addedilen devletlerin yönelttiği siyasi tehditler ve güvenlik tehdidi üzerinden bir dış düşman yaratarak toplumu birleştirmek de seçenekler arasında. İran’ı hedef tahtasına yerleştirerek Trump, Çin’den gelen ekonomik tehdidin yanı sıra, toplumu birleştirici bir unsur olarak siyaset ve güvenlik tehdidine de başvurmuştu. İran konusunda Biden yönetimi Trump kadar sert değil. Trump’ın çekildiği nükleer anlaşmaya geri dönülmesi an meselesi. Fakat yine de Biden yönetiminde, Amerikan dış politikasının “demokrasi versus otoriterlik” antagonizması üzerinden yürütülmesi şaşırtıcı olmaz. Biden yönetiminin, küreselleşmeyi canlandırma kapsamında, ekonomik güçlerin önünü açmak için otoriterlik iddiaları üzerinden devlet egemenliğini ve alternatif siyasetleri hedef tahtasına koyması muhtemel. Ayrıca kendi bölgelerinde bağımsız dış politika takip eden devletleri hizaya sokmak için baskı yapılacak olmasına da kesin gözüyle bakılabilir. Fakat bunun Amerikan toplumu içindeki kutuplaşmayı ne denli yatıştıracağı ise büyük bir soru işareti. Hatta bunun, içerideki kutuplaşmayı daha da artıracağı bile düşünülebilir. Cumhuriyetçilerin küreselleşmeye ve ekonomiye karşı devlet egemenliğini, ekonomik milliyetçiliği, otonomiyi ve siyaseti savundukları düşünüldüğünde, onlar Biden yönetiminin bu dış tehdit stratejisini kendilerine yönelik bir saldırı olarak görebilirler.
“İç terör” ifadesi neden tehlikeli?
Sonuç olarak, Cumhuriyetçilerin ya da Biden karşıtlarının odaklandığı iki mesele var. Bunlardan biri ekonomik, diğeri ise kültürel sorunlar. Amerikan toplumunda mavi yakalı orta sınıfın zayıflaması ve sınıfsal olarak alta düşmesi söz konusu. Toplumda önemli bir yekûn oluşturan bu grup, uzunca bir süredir küreselleşmenin etkisiyle rekabetçi güçlerini kaybetmekte ve işsizlik ve fakirleşme sorunuyla karşı karşıya kalmakta. Buna ek olarak, neo-liberal küreselleşmenin etkisiyle büyüyen zengin ile fakir arasındaki uçurum da bu toplumsal kesimlerin dikkatinden kaçmıyor ve yerleşik siyasi düzenin meşruiyetini sorgulayan bir tepkiye yol açıyor. Artan eşitsizliğin ve göz ardı edilmenin toplumsal birlik ve bütünlüğün zeminini dinamitlediği çok açık. Böylesi bir durumun varlığı apaçık ortadayken, toplumu birleştirme misyonu kuşanan Biden’ın devir teslim konuşmasında ekonomik ve sosyal eşitsizlik sorununa nerdeyse hiç değinmemesi büyük bir hata ve talihsizlikti.Ekonomik eşitsizliklerin etkisi, bununla örtüşen kültürel ayrışmayla katlanmakta. Aynı toplumsal kesimler sadece ekonomik anlamda değil, aynı zamanda kültürel olarak da kaybettiklerini düşünüyorlar. Bir yandan geleneksel orta sınıfın dayandığı aile, din ve konvansiyonel kadın/erkek rolleri büyük bir baskı altındayken ve dönüşüm geçirirken, vatanseverlik, yerellik ve kendi kendine yetme gibi diğer değerler de küreselleşmenin etkisiyle “demode” ve “gerici” yaftası yemekten kurtulamıyor. Kendi kimliğini kuran bu değerlerin sürekli merkez medya ve müesses siyasi nizam tarafından hor görülmesi, değersizleştirilmesi ve itilip kakılması, bu toplumsal kesimleri siyaseten ayrıca motive ediyor. Biden’ın devir-teslim töreninde bu kesimlerin değerlerini pek de ciddiye almayan ve “ilerici” değerlere vurgu yapan bir konuşma gerçekleştirdiği göz önüne alındığında, ekonomi ile birlikte kültürel alanının da Amerikan toplumunda kutuplaşmanın motoru olmaya devam edeceğini söyleyebiliriz. Dolayısıyla ekonomik ve kültürel boyutlarıyla küreselleşme, Amerikan toplumunu “kazananlar” ve “kaybedenler” şeklinde ikiye bölmüş durumda ve bunun bir süre daha devam edeceğini kestirmek zor değil. Günümüz Amerikan siyaseti neo-liberal küreselleşmenin ürettiği kazananlar ile kaybedenler arasındaki bu ayrışma tarafından belirleniyor ve belirlenmeye devam edecek gibi görünüyor.
Tüm bu tartışma, Amerikan toplumundaki ayrışma ve kutuplaşmanın yapısal faktörlerce tetiklendiğini gösteriyor. Dolayısıyla merkez medyadaki, ayrışmanın Trump ya da belli bir toplumsal kesim tarafından körüklendiği tezi, yani ayrışmanın nedenini oyunbozan bir aktörün varlığına ve eylemlerine bağlama çabası nafile görünüyor. Birleştirici olmak istiyorsa Biden’ın sorunun yapısal faktörler tarafından tetiklendiğini kabullenmesi ve küreselleşmenin Amerikan toplumunda yarattığı tahribatı gidermeye yönelik bir siyaset takip etmesi gerekir. Bu hedefe yönelmeyen bir siyaset, kuşanılan birleştiricilik misyonunun havada kalmasına ve Amerikan siyasetinin daha da tehlikeli sulara çekilmesine yol açacaktır. Biden devir teslim konuşmasında her ne kadar 6 Ocak Kongre baskınını yapanları “yerli terörist” ilan etse de, önümüzdeki siyasi manzaraya baktığımızda, küreselleşmenin kaybedenlerinin (yani birçok sıradan Amerikalının) bu suçlamayı kendi üzerine almayacağının bir garantisi yok gibi görünüyor.
[AA, 27 Ocak 2021].