Cumhuriyet gazetesi yöneticileri ve HDP milletvekillerinin teröre destek oldukları suçlamasıyla tutuklanmaları, Türkiye’nin “Batılı müttefikleri” tarafından yoğun bir şekilde eleştirildi. Bu alışılageldik ve maksatlı eleştirilere fazla kulak asılmaması gerektiğini düşünenlerdenim. Uluslararası çıkarlarını demokrasi, insan hakları gibi “evrensel değerler”in arkasına saklanarak konuşmak, Batılıların içselleştirdikleri bir siyaset biçimi. Öte yandan Türkiye, millî çıkarını ve güvenliğini ilgilendiren alanlarda adım atarken, “Batılıların ne diyeceğini” hesap ettiği günleri geride bırakalı çok oldu. Doğru bildiğinin kararını alıp uygulayan, eğer bu konuda samimi eleştiriler varsa dikkatle dinleyen, muhataplarını bilgilendiren ama “el âlem ne der” sorusunun cevabına çok da takılmayacak kadar öz güven sahibi bir Türkiye var! Türkiye’de hukukun karşısında herkes eşittir; milletvekili de gazetecisi de. Mahkemeler ne karar verirse ayrım olmaksızın uygulanır. İfade vermesi gerekenler ifade verir, ifade vermeyen de kolundan tutulup hâkim karşısına getirilir.
Tüm bunların yanında Cumhuriyet gazetesi yöneticilerinin ve HDP milletvekillerinin tutuklanması üzerine Batıdan gelen eleştiriler, uluslararası ilişkiler açısından da önemli bir noktaya gelip dayanıyor.
Sorumuz şu:
Darbe ve terörle mücadelesinde Türkiye’yi yalnız bırakan, Türkiye’nin düşmanı olan terör örgütleri ile ittifak kurmaktan kaçınmayan, başkentlerinde terör örgütüne propaganda imkânı veren, 15 Temmuz darbesini yapan FETÖ elebaşının iadesi konusunda hâlâ ipe un seren, eline geçirdiği her fırsatta Türkiye’yi şeytanlaştırmaya çalışan Batılı müttefiklerimizin Türkiye üzerinde herhangi bir yaptırım gücü kaldı mı?
Hukuk ve diplomasi dışındaki yaptırımlardan bahsetmiyorum. Terör örgütlerini besleyerek bu türden yaptırımlara sık sık başvurmaya yeltendikleri konusunda Türk toplumunun neredeyse tamamı hemfikir. Batı dünyası Türkiye üzerinde hukuki ve diplomatik bir güce sahip mi?
Sorunun cevabı olumsuz!
Ancak bu cevabı Türkiye’nin değil “müttefikleri”nin yapıp ettikleri şekillendiriyor. Türkiye ile neredeyse anlamlı bütün ilişki zeminlerini tahrip eden, Batılı başkentlerin artık Türkiye’ye söyleyecek sözü kalmamıştır.
Avrupa Birliği cephesine bakalım. Ne yapabilirler? Olumsuz bir ilerleme raporu yayınlayabilirler örneğin. Peki, bir etkisi olur mu? Tek kelime ile hayır! Zaten başından beri Türkiye’ye karşı siyasi bir enstrüman olarak kullandıkları, ülkedeki radikal ve teröre teşne sol muhalefetin ağzıyla yazmayı bir alışkanlık hâline getirdikleri ilerleme raporlarının, dikkate alınır bir tarafı yoktur. Dolayısı ile olumsuz bir ilerleme raporu ihtimali, Türkiye üzerinde herhangi bir baskı unsuru olarak kullanılamaz!
Belki AB ile üyelik müzakerelerini durdurmayı deneyebilirler. Hani şu yıllardır "bir fasıl"ın bile açılıp kapanmadığı, ne olduğu ve neyin müzakere edildiği çoktan anlamsız hâle gelmiş olan müzakere sürecini… İsterlerse müzakereleri tamamen durdursunlar. Ama bir şeyi unutmadan; Türk toplumu, AB ile olan müzakereleri kafasında bitireli bayağı uzun bir zaman oldu ve hatta bu gerçek Erdoğan tarafından “sen yoluna, ben yoluma” formülasyonu ile ifade edildi. Belki Türkiye’ye çifte standart uygulamayıp çoktan hak ettiği vize serbestisini verselerdi şimdi onun üzerinden Türkiye’ye bir baskı uygulayabilirlerdi. Ama orada da kaç sefer verdikleri sözden döndüklerinin hesabı yok.
Tam da bu noktada, Türkiye’nin yıllardır farklı formlarda tekrarladığı bir talebin ne kadar haklı olduğu ortaya çıkıyor. Türkiye Batılı müttefiklerine her iş birliği çağrısı yaptığında, aslında onlardan duygusal değil, akılcı bir Türkiye politikası üretmelerini talep ediyordu. Türkiye’yi zihinlerindeki ön yargılarla, demode oryantalist kalıplarla, radikal solun dar söylemleri ile değil; akılcı bir iş birliği zemininde anlamalarını istiyordu. “Batılı müttefiklerimiz” bu zemini çoktan yerle bir etmemiş olmasalardı, bugün dile getirdikleri eleştirilerin belki bir karşılığı olurdu.
-Alman Dışişleri Bakanı gibi telefonda bekletilmek yerine muhatap alınırlardı!
[Türkiye, 8 Kasım 2016].