Yazının başlığına bakanlar, başörtüsü ve kavga kelimelerinin yasal düzenlemelere ve kamusal alandaki hatırı sayılır görünürlüğe rağmen hala neden yan yana geldiğini ve genç, yetenekli bir müzisyenin bu konu ile ilgisini sorgulayabilirler. 28 Şubat’tan bu yana dini bir vecibe gereği olarak başörtüsü takan kadınların verdiği eğitim, yasal haklar, kamusal alanda var olma mücadelesi 2013’ten itibaren AK Parti tarafından tedricen getirilen serbestliklerle tamamen tarihe karıştı. O günden itibaren başörtülü avukatlar mahkeme salonlarına girebiliyor, başörtülü öğretim üyeleri üniversitede ders veriyor, polis, asker, savcı, F-16 pilotu olabiliyor. Lakin, devletin kadınların başörtüsü ile uğraşmayı bırakması, ‘kavgayı’ sonlandırmıyor ve bu mücadele tam bir zaferle sonlandırıldı zannedenler, yanılıyor.
Evet, bugün de bir “başörtüsü kavgası” devam ediyor ve aslında bu kavga dindar başörtülü kadınlar tarafından yürütülmüyor. Başörtülü kadınlara karşı açılmış bu kavganın sahibi: Seküler yobazlar ve dindar bağnazlar.
28 Şubat, sadece yasakları ile değil, kamusal alanda ve özellikle medya eli ile “başörtüsünün” çok ağır bir şekilde itibarsızlaştırılması ile de hatırlanıyor. Evet, bugün yasaklar siyasetin eli ile kaldırıldı, kadınların önü açıldı, ama yıllarca sürdürülen, kolaylıkla alay, hakaret, dışlama, aşağılama, yok sayma, tepeden bakma alışkanlıkları ile hiç hesaplaşılmadı. 90’lı yıllarda başörtülü kadınlara etmedik hakaret bırakmayan bazı medya mensupları, bugün o geçmişleri ile zerre kadar hesaplaşmadan merkez medyada, bir kısmı da başörtüsü yasaklarını tarihe gömen bir siyasi iradenin yanındaymış gibi yaparak yaşamaya devam ediyor. 90’lı yıllarda her gün gazetelerde o dönemin köşe başları tarafından yazılmış ve başörtüsüne alay ve aşağılama içeren köşe yazılarına rastlardınız.
Dimağımız çok taze
Yine o yıllarda başörtülü kadınlar, temsil edilmedikleri tartışma programlarında rahat rahat yerden yere vurulurdu, seyircilerden bir itiraz gelse, azarlanıp yerine oturtulurdu, bütün bunlar yasal süreçlerin dışında medya lejyonerleri ile gönüllü olarak yürütülürdü. Maalesef bu konuda dimağımız çok taze ama bu tutumla hiç hesaplaşılmadı, “28 Şubat’ta ne yapıyordun” cadı avına dönmesin diye, memlekete bir de böyle yük olunmasın diye, hep alttan almayı öğrenmiş bir kesim, bu hesaplaşmaya hiç girişmedi. Girişilen hesaplar yine başörtülü kadınlar tarafından değil, rakibini bu yolla alt etmek isteyen erkekler tarafından yürütülmüş olabilir.
Dine olan nefretini “güçlü erkeklere kusamayacak” sekülerler içinse başörtülü kadınlar; kendi eksikliğini ve yetersizliğini bir başkasına yükleyerek, onu karanlık, cahil, aptal, kafasız olarak nitelendirdiğinde kendi kendini tatmin ettikleri bir kolay hedefti. Bu şekilde yıllar geçti.
Sivil vesayet gelişti
Maalesef yasaklar kalktığında, bu itibarsızlaştırıcı tutum bugünlere uzanarak devam etti. Toplumun başörtülü bireyleri üzerinde; özellikle bazı erkeklerin rahatça söz söylediği, biçim vermeye çalıştığı, en ufak bir hatasında acımasızca eleştirildiği, her üstlendiği görevde orantısız bir şekilde daha iyi CV aranan, trafikte çok kolay çemkirilen, hizmet almada öncelik tanınmayan, protokol sırasında ‘bunun’ ne işi vardır burada muamelesi gören, başarısı, istekleri, hayalleri, gençliği, yok sayılan bir sivil vesayet gelişti. Üstelik bu vesayete bir tek sekülerler değil, dindar bağnazlar da talipti. Başörtülü kadınlar tarafından “bunlar bir gün bir yerde bitecek” diye düşünüldü ama maalesef bitmedi. Sonra arımızdan bazıları “artık bu bakışa karşı görünmez” olmak istiyorum diye başörtüsünden de vazgeçti.
Sonra ne mi oldu? 28 Şubat’ta devletin veya herhangi başka bir erkin kadınlara ne yapması veya ne yapmaması gerektiğini söylememesi ve bunun üzerinden temel haklarından mahrum etmemesi için verilen ve kadınların omuzlarında yükselen mücadele nasıl olduysa bir anda sosyal medyada boy gösteren 90 filan doğumlu dindar bazı erkeklerin bazı kadınlara 28 Şubat üzerinden verilen mücadelenin ‘bunlar için mi’ verildiği yönünde ahkâm kesmelerine dönüverdi. Bu delikanlıların akıl hocaları ise konuyu son zamanlarda çeşitli mevzular üzerinden tam da 28 Şubat’ta verilen mücadelenin örneği olarak kamusal alada kendini gerçekleştiren başörtülü kadınları linç etmeye kadar vardırdı. Artık başörtüsü kavgası, başörtülü kadınların üzerinden seküler kimliklerle veya dini reflekslerle veriliyor, kadınlar bu kavganın nesnesi olmaya devam ediyor. Bir zümre, kendi içinden çıkan dindar kadınlarla kavga ediyor, onları alt etmek, yok etmek, zelil etmek istiyor. Onları linç etmekten, varoluşsal olarak din-dışı ilan etmekten, kaybettiğini, elden gittiğini, yenildiğini düşündüğü her alanda hıncını dindar kadınlardan çıkarmak istiyor. Bir camia, kendi içinden çıkan gurur duyacağı kadınlardan korkuyor, onları değersizleştiriyor.
Büşra Kayıkçı örneğinde görüldüğü gibi seküler kesimin yaptığı itibar suikastına hiç düşünmeden katılıveriyor.
“Büşra caz yapsın diye mi..”
Neydi Büşra Kayıkçı meselesi? Genç bir kadın, çalışkan, yetenekli, hani hep şu muhafazakârlar olarak sanatla meşgul olan insanımız az diye şikayetlendiğimiz sanatla uğraşıyor. Piyanist, besteler yapıyor, ressam, tasarımcı, mimar. Kendi sesi duyulsun istediği için bestelerinin isimlendirmesinden müzikal kalitesine kadar ‘işte bu Büşra’ diyeceğiniz bir motif işliyor. Bestelerini dinlemek, hikâyelerini öğrenmek, Büşra Kayıkçı’yı izlemek insana bir yaz günü taze doldurulmuş sürahiden buz gibi limonlu naneli su içmek gibi geliyor. Toplumun ona yaşatmaya çalıştıklarına bakarsak, Büşra’nın negatif verdiği hiçbir mesaj yok. Üretmek ve yeşermek istiyor. Gönül isterdi ki bizler Büşra’nın yeteneğini, eserlerinin müzikal kalitesini, konuşsaydık, ama öyle olmuyor. Bazıları, onun hem başörtülü olup hem sanatla uğraşmasını yadırgıyor, bir “yetenek” olarak orada duran Büşra’nın yeteneğini görmezden geliyor ve eser üretemeyenlerin eser üretenlere öfkesini başörtüsü üzerinden saçıyor.
Kimisi, ülkemizden çıkan genç bir yetenek olarak görmek yerine olağanüstü “sanatsal çıktıları” olmadığı için küçük görmeye çalışıyor, hatta bazıları onu “bağnaz bir kafaya sahipken çağdaşlığın getirdiği her şeyden hunharca faydalanmakla” suçlanıyor. Bir başkası, bir yarışmada caz kategorisinde seçildiği için tekfir ediyor. Başındaki İslam sancağından haberdar olmamakla suçlayıp, Hz, Sümeyye’nin “Büşra gibi tipler” caz söylesin diye şehit olmadığını hatırlatıyor. Nitekim, “28 Şubat’ta verilen mücadele Büşra caz yapsın diye mi verilmişti, yazıklar olsundu o mücadeleye”, “emr-i bil maruf, nehy-i anil münker” gereği birileri sosyal medyada kendisine bunu hatırlatmakla görevliydi, yine nitekim, “ilk dünya güzeli Keriman Halis de bu yollardan geçmişti”, Batı kendisine göz kırpmıştı ve böyle böyle bozulmuştu Müslüman kadınlar. Hatta belki de Türk ailesi bu sebeplerle yıkılıp gidecekti, kim bilir, Büşra ne yaptığının farkında mıydı? Elbette değildi, çünkü birilerine göre de türban, siyasi simgeydi ve gericiliği, yobazlığı temsil ediyordu, hâlbuki caz, âh, caz öyle miydi, caz isyandı, caz özgürlüktü, türbanla örtüşmesi mümkün müydü? Değildi.
Dezavantajlı gruplar
Kimlik siyaseti çalışanlar bilirler, bu alanda toplumlarda “dezavantajlı gruplar” diye bir kategori vardır. Okuduğum bazı ilmi çalışmalarda başörtülü bireylerin yıllardır yaşadıkları toplumsal bombardıman ve mahrum oldukları haklar çerçevesinde “dezavantajlı gruplar” arasında ele alındığını gördüm. Bu tanım, hiçbir zaman içime sinmedi. Burada kim “esas unsur” tartışması yapmayacağım elbette. Ama siz bir ülkenin yüzde 60’ından fazlasını temsil eden, üstelik sosyal, sınıfsal ve siyasi olarak hiç de dezavantajlı olmayan bireylerin üzerinden yapay ayrımlara giderek çoğunluğa azınlık muamelesi yapıp bu anomaliyi de sınıflandırma olarak dayatamazsınız.
Sınıfsal, sosyal, kültürel-kapital, eğitim gibi kategorilerin hiçbiri, başlı başına homojen bir grup olmayan, çok farklı eğilimler ve özellikler gösteren başörtülü kadınları, yıllardır akademisyenlerin, gazetecilerin, siyasetçilerin “başörtülüler” diye tek bir gruba sığdırma çabalarının toplumsal bir karşılığı yoktur. Dahası bu çaba, yersiz ve doğal süreçlerini yaşayan toplumun büyük bir parçasına açıkça “kelaynak” muamelesi yapmaktır.
Başarıyı konuşmak
Eğer genç, yetenekli bir müzisyenden bahsediyorsak, başarının kendisini konuşmak zorundayız. Mesela bir piyanistin toplumla ilişkisini konuşabiliriz, eserlerinin toplumdaki yansımalarını konuşabiliriz, şahsı ile ilgili bir şey konuşmak istiyorsak, mütevazı mı değil mi gibi kriterlerimiz olabilir. Tartışmayı önyargılardan, tabulardan, o kişinin dindarlığından, ahirette sorguya çekileceği konulardan, sosyal normlardan, kendi ezik kişisel tarihimizden yürüttüğümüz bir atmosferde sanat yeşermez; kin, öfke, aşağılık kompleksi yeşerir büyük ihtimalle.
Kadın meselesi, bizler kadınların her yaptıklarını mesele etmeye başladığımızda başlar. Kadın sorunu, kadın meselesi yoktur, kadınlara yapılan haksızlıklar vardır, kadınların adalet talebi vardır, kadınların teslim edilmeyen hakları vardır, kadınların biyolojik dezavantajları yoktur, Rabbimizin yarattığı kullarının ellerinde olmayan sebeplerinden istifade etmeye çalışan erkekler ve kapitalist sistemler vardır. Başörtüsü tartışması, yıllar süren ve bu ülkenin insan emeğini yok sayan, enerjisini alan, kendi yetiştirdiği evlatlara savaş açan, bize hiçbir şey vermeyen bomboş bir tartışmaydı. Biz nice benzer tartışmalarla nice emekler yok edip, nice başka evlatlarımıza savaş açmadık mı? Bugün 90’lı yıllardan kalan başörtüsü tartışmalarındaki itibarsızlaştırmanın etkisi ile yürütülen artçıl tartışmalar da farklı bir yerde değil, bizleri başkalarının haz aldığı tartışmalara ve başkalarının kaderimizi tayinine sürüklüyor, enerjimizi yok ediyor. Türkiye, her kesimden, her düşünceden, her bakış açısından kadınları ile daha güzel. Son olarak, özel bir rica, lütfen, kendisini muhafazakâr kesim analisti sanan bazı liberallerin “özgürleşen muhafazakârlar” çığlıkları da bu yazıdan uzak dursun.
[Star, 24 Ekim 2020].