HER yerde olduğu gibi Türkiye’de de sihirli bir hava estirdi ‘dijital başkan’ Barack Hüseyin Obama.
Aylardır tv ekranlarında, gazete sayfalarında, dergi kapaklarında, internette gördüğümüz Obama, nihayet Türkiye gelmiş ve ‘sihirli dokunuş’unu göstermiş oldu. İstanbul’da görüştüşümüz ABD’li bir siyaset bilimcinin yaptığı Clinton-Obama mukayesesi kayda değer: Obama gibi Clinton da karizmatikti, iyi bir hatipti ve bulunduğu yerde varlığını hissettirirdi. Fakat iki başkan arasında şöyle bir fark var: Clinton’a hiç bir zaman tam olarak güvenemezsiniz. Obama ise sahici bir kişiliğe sahip.
Obama’nın dünyada estirdiği değişim rüzgárının arkasında bu güven ve sahicilik duygusu var. Obama hem daha Türkiye’ye gelmeden Strazburg’da Rasmussen krizinin aşılmasında, hem de Türkiye’deki temasları sırasında bu duyguyu haklı çıkartan bir performans sergiledi. İlk müstakil ülke ziyareti için Türkiye’yi seçmesi, kendi başına takdir toplayan bir karardı. Nitekim Meclis konuşmasına bunun arkasında yatan gerekçeyi açıkladı, Türkiye’ye gelmekle Avrupa’ya, Ortadoğuya ve İslam dünyasına bir mesaj vermek istediğini söyledi. ABD’nin 44.ncü başkanı Barack Hüseyin Obama, müttefikleriyle ilişkilerinde yeni bir sayfa açmak istediğini ifade etmekten kaçınmıyor. Kabus gibi geçen Bush yıllarından sonra küresel ve bölgesel güç dengelerinin yeniden kurgulanması gerekiyor. Tehdit, yalnızlaştırma, izolasyon ve kaba güce dayalı Bush doktrini yerine, müzakereye, diplomasiye ve açık iletişime öncelik vereceğini söylüyor. Türkiye’nin bir müddettir dile getirip uyguladığı ‘bütün aktörleri sürece katan bölge siyaseti olmalı’ yaklaşımını benimsediğini ifade ediyor. Obama bunu teyid eder mahiyette küçük de olsa bazı adımlar attı. George Mitchell’i Ortadoğu temsilcisi atadı ve ‘herkesi dikkatle dinle’ diyerek bölgeye gönderdi. Dışişleri bakanı Clinton’ı Çin’e göndererek ‘Asya’ya ilgisiz kalmayacağım’ dedi. Hamas ile dolaylı görüşmeler yapılacağını yalanlamadı. İran’la müzakereler için hareket geçti ve Nevruz günü İran halkına sıcak mesajlar vererek zeytin dalı uzattı. Bunlar, çiçeği burnunda bir Amerikan başkanı için önemli adımlar. ‘Efendim önemli olan laf değil, iş’ diyen pesimistlerimiz kısmen haklılar. ABD gücü ve müesses nizamı, Obama’yı aşar. Obama’nın o sistemi değiştirmek gibi bir niyeti varsa bile bu belki 4-5 tane Obama’yı zorunlu kılacaktır. Şüphesiz Obama adil, katılımcı ve barışçıl bir dünya düzeni kurabilmek için vitrin tazelemekten, sadece ‘doğru şeyleri söylemek’ten öte işler yapmak zorunda. Fakat sözün hakkını verelim. Doğru şeyleri söylemek de önemlidir. Hele ki doğru sözü söylemeyi dahi bilmeyen Bush gibi bir Başkandan sonra en azından nerede neyi söylemesi gerektiğini bilen bir Amerikan başkanı, iyi bir başlangıç olarak görülmelidir. Söylem değişikliğini politika değişikliğinin takip edip etmeyeceğini hep beraber görecegiz. Obama olup biteni hissetmeye çalışıyor gibi. Ne çok acele ediyor ne de önüne gelen fırsatları kaçırmak istiyor. Bu muhakeme tarzında Obama’nın kişisel hayat hikayesinin bir payı var mıdır acaba? Obama’nın yazar olmak istediği yıllarda kaleme aldığı ve hayli başarılı bulunan Babam’dan Rüyalar: Bir Irk ve Miras Hikayesi kitabı, hayatı boyunca, fırsat ve tehdit ekseninde bu tür tercihlerle karşı karşıya kaldığını gösteriyor. Öte yandan bir gazetenin haberine göre Obama bu günlerde iki kitabı dikkatle tetkik etmiş. Bunlar Joseph Nye’ın İnce Güç ve Ferid Zekeriya’nın Amerika-Sonrası Dünya: Batı ve Geride Kalanlar adlı kitaplar. Birinci kitap ‘ince güç’ (soft power) kavramını ortaya atan ve son günlerde ‘akıllı güç’ (smart power) tartışmasını başlatan Joseph Nye’a ait. Nye’ın ana tezi ‘dünyada istediklerinizi elde etmek için illa da kaba güç kullanmanız gerekmiyor. Muhataplarınızı ikna ederek, özendirerek ve teşvik ederek de amacınıza ulaşabilirsiniz’ diyor. İnce güç kullanabilmek için de güçlü olmanız gerekiyor. Başka bir dünya mümkün! Ama burada güç aynı zamanda ikna kabiliyeti, kültürel derinlik, hedef büyütmek, ortak vizyon geliştirmek anlamında. Obama’nın yeni ABD söyleminde bunun izlerine rastlamak mümkün. Obama’nın okuduğu ikinci kitap, Newsweek dergisi editörü Ferid Zekeriya’ya ait ve tartışmamız açısından büyük önem arzediyor. Zira Zekeriya, Bush politikalarının arkasındaki neo-conların tersine yeni bir ‘ABD yüzyılı’ olmayacağını, ısrar etmenin maliyetinin hem ABD hem dünya için ne kadar ağır olduğunu ifade ediyor. Bunun yerine artık ‘Amerikan-sonrası’ bir dünyaya ayak bastığımızı kabul edelim, diyor. Bu yeni dönemin lokomotifi, dünya ekonomisi. ABD ekonomisi hala dünyanın en büyük ekonomisi fakat gelecek vadeden tek ekonomi değil. Küresel finans krizi büyük ekonomilerin de ne kadar kırılgan olduğunu ve büyük sarsıntılardan onların daha fazla etkilendiğini gösterdi. 21. yüzyıl ABD yüzyılı olmayacak Askeri ve siyasi alanlarda ABD’nin soğuk savaş dönemindeki ‘mecburi süper güç’ konumu da zayıflıyor. Dünya düzeni şu anda ‘tek süper güç, bir kaç tane büyük güç ve pek çok bölgesel aktör’ modeline dayanıyor. Fakat bu modelde bile ABD gücü, mecburiyete dayalı bir meşruiyete sahip değil. Bu yüzden ABD askeri ve siyasi gücünün muhafazası, giderek daha maliyetli hale geliyor. Irak savaşı ve Afganistan’daki durum bunun en son ve somut örnekleri. Nobel ekonomi ödüllü ABD’li iktisatçı Joseph Stiglitz’e göre Irak savaşının maliyeti üç trilyon doları buluyor (fikir vermesi için; Türkiye’nin GSMH’si 780 milyar dolar.) Bu maliyeti hiç bir ülke ekonomisinin kaldırması mümkün değil. Ekonomik enkaz devralan, daha göreve gelmeden küresel finans kriziyle uğraşmak zorunda kalan Barack Obama, 21.ncü yüzyılın bir ‘Amerikan yüzyılı’ olmayacağının farkında görünüyor. Buna rağmen ve belki de bu yüzden Obama’nın ABD siyasi tarihinde yeni bir sayfa açmak istemesine şaşmamalı. Bu da bir zorunluluk hali. ABD’nin dışardaki imajını düzeltmek ve ABD toplumundaki aşırı eğilimleri dengelemek için yeni yönetimin pek çok alanda adım atması gerekiyor. Washington Post-ABC News’ın geçen hafta yaptığı bir araştırmaya göre ABD’lilerin yüzde 48’i İslam ve Müslümanlar konusunda olumsuz bakış açısına sahip. Ankete katılanların önemli kısmı ortalama Müslümanların dahi Müslüman olmayanlara karşı şiddet kullanılmasını teşvik ettiğini düşünüyor. Dünyada kimin kime gerçekten şiddet uyguladığına, Müslüman ülkeleri kimlerin işgal ettiğine bakınca bu algının olgulara dayanılarak izah edilmesi mümkün değil. Sanki bir milyona yakın insan Irak’ta ABD işgali yüzünden ölmemiş, sanki Afganistan’da binlerce insan hayatını kaybetmemiş gibi İslam dünyasının şiddet yanlısı olduğuna inanabiliyor Amerikalılar. Buna rağmen ankete katılan ABD Başkanları Obama’nın İslam dünyasıyla diyalog arayışlarını olumlu buluyor ve destekliyor. Muhalifler de Amerikan rüyasına daldı Obama Türkiye ziyaretinde kültürel ve dini konularda hassasiyet sahibi olduğunun işaretlerini verdi. Beyaz Saray’ın karşısındaki kulede bulunan, Sultan Abdulaziz’in gönderdiği Osmanlıca kitabeden NBA’deki iki Türk basketbolcu Hidayet Türkoğlu ve Mehmet Okur’a dek Türk-Amerikan ilişkilerinin uzun tarihine atıfta bulunan Obama, Türkiye’nin bölgedeki konumunun, ABD açısından taşıdığı önemin altını bir kaç defa çizdi. Burada dikkat çekici olan Obama’nın mesajlarına Türkiye’den gelen değişik tepkiler. Obama’nın Türkiye’ye nasıl atıfta bulunduğuna bakarak (Müslüman, laik, demokrat, Avrupalı, doğulu, doğuyla batının buluştuğu yer, merkez ülke, vs.) Türkiye’nin nerede olduğunu anlamaya çalışan, kendi kelimesini duyunca alkış tutan, ‘karşı mahalle’nin kelimelerini duyunca öfkelenen ve ABD karşıtlığı bir anda nükseden bir ruh halimiz var. Ben-tasavvurumuz ve dünyadaki yerimiz konusunda son derece kırılgan, öz-güvenden yoksun bir yapıya sahibiz. Ya kendimizi zaman-mekan üstü mitolojik bir konuma yerleştiriyor ya da ‘bizden adam olmaz’ deyiveriyoruz. Obama ziyareti sırasında bunun onlarca örneğiyle karşılaşmadık mı? Bunun sadece sade vatandaşlar arasında cereyan ettiğini sanmayın. Aynı ruh hali siyaseti de teslim aldığı için orada da durum farklı değil. Obama’nın salona kaç kişiyle girdiğinden Airforce One uçağının fantastik detaylarına kadar her şey orada da konuşuldu. Asıl yaralayıcı olan ise, Abdullah Gül’ün TBMM’deki Cumhurbaşkanlığı yemin törenine gelmeyen ‘devlet erkanı’nın bir başka ülkenin Başkanı’ın yine aynı Meclis’te yaptığı konuşmaya akını etmesiydi. Kendi ülkesinin Cumhurbaşkanını protesto eden; Meclise, Meclisin iradesine ve dolayısıyla halka hakaret eden ve güya bunu Türkiye Cumhuriyetinin laik ve çağdaş niteliklerini savunmak adına yaptığını söyleyenler, belli ki Obama rüzgárından kendilerini koruyamadılar ve Amerikan başkanının konuşmasını ayakta alkışladılar. Düne kadar dünyadaki bütün kötülüklerin arkasında ABD’nin olduğunu söyleyen bazı devlet büyüklerimiz, o gün adeta tatlı bir Amerikan rüyasına dalmış gibiydi. O tabloyu acı bir tebessüm ifadesiyle izledik. Her zaman olduğu gibi Obama Türkiye’de de doğru şeyleri söyledi. Doğru şeyleri yapıp yapamayacağını beraber göreceğiz. Fakat özellikle Filistin sorunu gibi temel meselelerin çözümü için ‘Obama şunu yapsın, bunu etsin’ demek yeterli değil. Bölge ülkelerinin de birlik ve kararlılık içinde hareket etmesi gerekiyor. Türkiye’nin bölgede yüksele profili ve aktif dış politikası bunun için bir başlangıç olabilir. Obama’nın Türkiye’ye tevcih ettiği övgülerin arkasında bu beklenti de yatıyor. Açık Görüş - 12 Nisan 2009 Pazar