Amerikalı meşhur siyaset bilimci Joseph S. Nye self-determinasyon konusunda zihin açıcı bir yazı kaleme almış. Dünyanın dört bir tarafından verdiği örneklerle kısaca self-determinasyonun uygulanmasının çok zor olduğunu söylüyor. Dünyadaki devletlerin sadece %10’unun etnik olarak homojen olduğu dikkate alındığında, self-determinasyonun öncelikli ahlaki prensip olmaması gerektiğini iddia ediyor. Çekoslovakya gibi nadir anlaşmalı boşanmaların dışında, self-determinasyon temelli bölünmelerin daha çok çatışmaya sebep olduğunu yazarken satır aralarında self-determinasyon fikrinin aslında “büyük güç” rekabetinden mütevellit olduğunu da açık ediyor. Örneğin, Rusya Çeçenistan veya Kosova için istemediği self-determinasyonu, Abhazya için isteyebiliyor.
Nye’ın haklı satırları Katalonya ve IKBY’deki ayrılıkçı referandum girişimlerini daha geniş çerçeveye oturtmamız için önemli. ABD Başkanı Woodrow Wilson’un 1918’de “halkların kendi devletlerini kurma hakkı” olarak uluslararası gündeme soktuğu self-determinasyon fikri, aradan 100 sene geçmesine rağmen hâlâ tartışılıyor. Self-determinasyon fikri o zaman da şimdi olduğu gibi –tüm aksi yöndeki iddialara rağmen- ahlaki temeller üzerine kurulmamıştı. Kısa bir süre önceye kadar ayrılıkçı eyaletlere karşı iç savaş yürütmüş ABD’nin kendi toprakları için istemediği self-determinasyonu Ortadoğu ve Avrupa için istemesinde ahlaktan ziyade büyük güç siyaseti vardı. Türkiye, Wilson self-determinasyon fikrini ortaya attığı veya ABD Türkiye’ye ahlaki zemin oluşturduğu için değil; Kurtuluş Savaşı’nı kazandığı ve asırlara yayılan bir devlet geleneği olduğu için kuruldu. O esnada “self-determinasyoncu” ABD’den de bir destek görmedi.
Aradan geçen 100 yılda self-determinasyon fikrinin arkasına sığınan milliyetçi akımlar, bölünmeyi birlikte yaşamaya; homojenliği heterojenliğe; birçok kereler de etnik temizliği komşularının can ve mal güvenliğine tercih ettiler. Birinci Dünya Savaşı sonunda kendilerine devlet zemini bulamayan etnik gruplar, geç kalmış milliyetçiliğin verdiği hınçla kolayca bindirilmiş kıtalara döndürülüp arkasını dayadıkları küresel ve/veya bölgesel güçlerden aldıkları vekaletle saldırganlaştılar. Birinci Dünya Savaşı sonrasında bile bünyede sırıtan etnik ayrışma, 1990’larda 2000’lerde daha da tehlikeli ve antipatik hale dönüştü. Bir virüs gibi girdiği etnikçi kafalarda, birlikte yaşama ve ortak gelecek kurma duygusunu öldürdü. En kötüsü, etnik grupların selametinin kopuştan ve etnisiteye dayanan devletten geçtiği yanılgısını yaymasıydı. Bazı istisnalar dışında 90’lardan hatta Birinci Dünya Savaşı’ndan beri kağıt üstünde bağımsız olan devletlerin hangisi gerçekten bağımsız? Hangisi refah toplumuna dönüştü? Birlikte yaşamaktansa, kırılgan bir uydu devlete dönüşmek midir self-determinasyondan anlaşılan?
Çatışmaların, etnik ve dini temelli terörizmin zirve yaptığı ve gelişmiş devletlerle diğerleri arasındaki refah farkının uçuruma dönüştüğü şu devirde, self-determinasyon duygusallığı en başta bindirilmiş kıtalara çevrilen etnik gruplara zarar verir. Bu iç içe girmişlikte self-determinasyon başlı başına bir etnik devletin temeli olamaz. Barzani’nin de yakında anlayacağı gibi milliyetçi duygusallıkla, Wilson temelli seçmece ahlakçılıkla, büyük güç siyasetine arka dayamakla bağımsız olunmaz, devlet olunmaz; ancak çatışmanın tarafı bağımlı bir piyon olunur.
[Akşam, 2 Ekim 2017].