Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşundan beri Batı dünyasının Türk dış politikasındaki yeri hep önemli oldu. Batı’nın önemli parçalarından biri olan Avrupa’nın Türk devletleri için önemi ise, bilindiği gibi cumhuriyetin çok öncesine kadar uzanır. Osmanlı İmparatorluğu aynı zamanda bir Avrupa devletiydi ve yüzyıllar boyunca Avrupa’nın siyasi ve ekonomik yaşantısında önemli bir rol oynadı.
Batı’nın diğer önemli parçasını oluşturan ABD’nin Türk dış politikasında önemli yer edinmesi ise Soğuk Savaş dönemiyle başladı. İkinci Dünya Savaşı sonrasında Avrupa ve Orta Doğu siyasetinde giderek artan bir rol oynayan ABD, doğal olarak Türkiye üzerinde de etkide bulunmaya başladı. NATO ve Bağdat Paktı/CENTO gibi güvenlik kurumları ile OECD gibi ekonomik ve Avrupa Konseyi gibi siyasi kurumlar Türkiye’yi Batı’ya bağlayan yapılar oldular.
Soğuk Savaş döneminden beri Türkiye’nin Batı ile ilişkilerinde, genel olarak ortak hareket eden bir aktörle karşı karşıya olması söz konusu olsa da, İkinci Dünya Savaşı öncesinde Ankara, kendi içerisinde rekabet hâlinde olan ve hatta zaman zaman savaşan bir Batı ile muhataptı.
Türkiye açısından Batı’nın yekpare hareket etmesinin de ihtilaf içerisinde olmasının da zorlukları olmuştur. İkinci Dünya Savaşı öncesi ve sırasında Avrupa’daki blokların Türkiye’yi kendi yanlarına çekmek için yaptıkları baskıları hatırlarsak, kendi içerisinde rekabet ve çatışma hâlinde olan Batı’nın Türkiye için her zaman bir fırsat anlamına gelmediğini ifade etmek gerekir.
Osmanlının son döneminde de Türkiye, kendi içerisinde ciddi rekabet ve çatışma içerisinde olan bir Batı ile karşı karşıyaydı. Bu noktada şu soruları sorabiliriz:
Avrupa ülkelerinin kendi aralarındaki bu rekabet, onlara göre çok zayıf düşmüş Osmanlı Devleti’nin ömrünü uzatmış mıdır?
Osmanlı Devleti, Batılı ülkelerin güç mücadelesinin bir sonucu olarak başlayan Birinci Dünya Savaşı’nın dışında kalabilseydi bu ülkeler karşısındaki konumunu güçlendirebilir miydi?
Kuşkusuz başka devletler arasındaki rekabet ve çatışmaları hesap eden bir dış politika izlemek kaotik uluslararası sistemde varlığını sürdürmenin ve bağımsızlığını korumanın önemli gereklerinden biridir. Dışarıdan gelen tehditler karşısında kendi gücü yetmediğinde, devletlerin atması gereken adımların başında da başka devletlerle iş birliği yollarını aramaları geliyor.
Bu çerçevede Türkiye’nin de, dış politikasında en fazla muhatap olduğu aktör olan Batı’nın içerisindeki ihtilafları yakından takip etmesi ve kendi çıkarları doğrultusunda yeni iş birliği imkânlarını araştırması doğaldır.
Yakın zamana kadar gerek ABD gerekse Avrupa ülkelerinin düşmanca diye tanımlanabilecek politikalarına maruz kalan Türkiye için, Trump yönetimi ile birlikte Batı dünyasında oluşan ve giderek büyüyen çatlak, bir avantaj olarak görülebilir. Zira şimdi kendisi de ABD’nin baskısına maruz kalan Avrupa’nın son yıllarda Türkiye’ye karşı yürüttüğü baskı ve müdahale politikasına odaklanma imkânının azalması Ankara’yı biraz olsun rahatlatacaktır. Ayrıca Trump yönetiminin hukuksuz politikaları karşısında ortaklar arayan Avrupa ülkeleri için Türkiye bir müttefik olarak yeniden önem kazanacaktır.
ABD’den gelen baskılar karşısında, kadim tartışmaları olan “Avrupa’ya özgü bir güvenlik mimarisi oluşturup Washington’a olan bağımlılığın ortadan kaldırılması” tartışmasını yeniden gündeme getiren Avrupalı liderler için Türkiye göz ardı edilemeyecek bir ülke olarak öne çıkıyor. Avrupa’ya yönelik mülteci akınının durdurulması konusunda Türkiye ile yaptıkları iş birliğinin nasıl başarılı olduğunu ve başta Merkel olmak üzere birçok Avrupalı liderin iktidar koltuğunu koruduğunu tecrübe ettiler.
Peki, Türkiye, Avrupa ülkelerinin ortaklığına güvenebilir mi?
Kuşkusuz güvenemez, ancak bu durum ABD’den gelen baskıların azaltılması için Avrupa ülkeleriyle ilişkilerin yoğunlaştırılmaması anlamına gelmez. Ankara’nın dış politikasındaki alternatifleri çoğaltması ve ABD, AB ve Rusya gibi aktörlerin Türkiye üzerindeki nüfuzunu azaltmak için bu ülkeleri birbirlerine karşı denge unsuru olarak kullanması doğru olandır.
İçinde bulunduğumuz şartlarda, baskının yoğun olarak geldiği ABD karşısında Rusya ve AB ile iş birliğinin artırılması doğru iken, yarın şartlar gerektirdiğinde Rusya ya da AB’nin ABD ya da Çin ile dengelenmesi de söz konusu olabilir.
Ancak egemenliğin korunması için dış politikada aranan dengelerden çok, ülkelerin kendi güçlerini artırmasının asıl belirleyici olduğunu da unutmamak gerekir.
[Türkiye, 29 Ağustos 2018].