İkinci dünya savaşı sonrası dönemde uluslararası örgütler küresel siyasetin önemli aktörleri olmaya başladı. Bu süreçte Arap ülkelerinin karşılaştıkları sorunlarla ortaklaşa mücadele etmesi amacıyla 1945 yılında kurulan Arap Birliği özellikle son yıllarda bölgesel birçok konuda gösterdiği başarısız performanstan dolayı Arap kamuoyu nezdinde saygınlığını kaybetmiş durumda. Bölgesel sorunlara çözüm üretilmesinde etkisiz kalan Arap Birliği’nin Ortadoğu coğrafyasında siyasi, ekonomik ve kültürel işbirliğinin geliştirilmesinde de başarısız olması kuruluşun varlık nedeninin sorgulanmasına neden olmakta. Özellikle İsrail’in Filistin’deki işgal politikaları karşısında Arap ülkelerini tek çatı etrafında toplayarak bu ülkeye karşı pozisyon almaya teşvik edecek bir yapı oluşturamayan Arap Birliği, 2017’nin Haziran ayında Körfez bölgesindeki ülkeler arasında başlayan krizin derinleşmesi karşısında da sessiz kalmıştır. Birliğin çözüm üretmekte zorluk çektiği bir başka konu olarak da Suriye’de devam eden iç savaş gösterilebilir. Yüzbinlerce kişinin yaşamını yitirmesi ve milyonlarcasının başka ülkelere göç etmek zorunda kalması karşısında seyirci kalan Arap Birliği gelinen noktada işlevsiz bir yapı haline dönüşmüştür.
Arap Birliği’nin Suriye konusundaki bu tutumu, geçtiğimiz günlerde diplomatik bir tartışmanın konusu olarak uluslararası medyada yer aldı. Arap Birliği Genel Sekreteri’nin Münih Güvenlik Zirvesi sırasında Türkiye’nin Suriye’nin Afrin bölgesine yönelik operasyonunu eleştirmesi ve “Ankara’nın bir Arap ülkesine müdahale ettiğini” vurgulayarak pan-Arabist bir söylem benimsemesi, aynı panelde konuşmacı olan Türkiye Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu’nun sert tepkisiyle karşılaşmıştır. Mısırlı diplomat Ahmed Ebu El-Geyt’in açıklamalarına yönelik cevabında Çavuşoğlu, Arap Birliği’nin Suriye rejiminin politikalarına kayıtsız kaldığı bir ortamda kendisinin Türkiye’yi eleştirmeye kalkmasının yersiz olduğunu belirtmiştir. Arap Birliği üyesi bir ülke liderinin kimyasal silah kullanması ve yarım milyon insanı öldürmesinin kuruluş tarafından önlenemediğini vurgulayan Çavuşoğlu, “Birliğin Suriye’de askeri operasyonlar ve saldırılar düzenleyen ABD ve diğer Batılı ülkelere ses çıkarmazken, Türkiye’yi eleştirmesinin kabul edilemez olduğunu” ifade etmiştir. Mevlüt Çavuşoğlu’nun bu haklı eleştirilerinin daha iyi anlaşılabilmesi için Arap Birliği’nin nasıl bir başarısızlık hikayesi olduğuna dair tarihsel bir analiz yerinde olacaktır.
Arap ülkeleri arasında işbirliğini artırmak ve bölgesel tehditlerle birlikte mücadele etmek amaçları çerçevesinde bir araya gelen Mısır, Irak, Suriye, Lübnan, Suudi Arabistan ve Ürdün tarafından 1945 yılında kurulan Arap Birliği, yıllar içerisinde yeni üyeler kabul ederek 22 üyesi olan bir bölgesel kuruluş haline gelmiştir. Birlik ekonomik ve kültürel anlamda kısıtlı bir işbirliği sağlamış olsa da siyasi olarak kuruluş döneminde belirlenen hedeflere ulaşamamıştır. Bu durumun en açık göstergesi Arap Birliği’nin Filistin-İsrail sorununun çözümünde etkisiz kalması olarak belirtilebilir.
Kuruluşundan itibaren İsrail’in politikalarına karşı açıklamalar yapan ancak herhangi bir yaptırım gücü olmayan kararlar alan Arap Birliği, üyeleri arasındaki farklı çıkar kaygıları ve ajandalar nedeniyle, caydırıcı bir ortak politika geliştirmekte güçlük çekmiştir. Bu durum en basit haliyle İsrail’e karşı 1948 yılında başlatılan boykot hareketinde gözlemlenmektedir. Arap Birliği’nin İsrail’e karşı başlattığı boykot kararı, yıllar içerisinde üye ülkelerin birçoğu tarafından gözardı edilmiştir. 1979 ve 1994’te İsrail’le barış anlaşmaları imzalayan Mısır ve Ürdün, bu anlaşmalar sonrasında boykot uygulamasına son verirken, Batı Şeria’daki Filistin yönetimi de 1993’te İsrail’le imzaladığı anlaşma uyarınca boykotu sonlandırmıştır. 1996 yılında alınan kararla Körfez İşbirliği Konseyi üyeleri, İsrail’e boykot uygulanmasının bölgedeki barışa engel olduğu gerekçesiyle zaten kısıtlı biçimde katıldıkları boykot uygulamasına resmi olarak son vermişlerdir. Bu ülkelerden özellikle Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri’nin son yıllarda İsrail’le olan ekonomik ilişkilerini ciddi biçimde geliştirdikleri görülmektedir. Geçtiğimiz hafta medyaya yansıyan haberlere göre Mısır'ın İsrail’den doğalgaz ithal etmek üzere 15 milyar dolarlık bir anlaşma imzalaması, Arap Birliği’nin en büyük ve etkili ülkesinin boykot kararını uygulamaktan uzak olduğunu göstermektedir. 2017’nin Ağustos ayında Amerikan senatosuna hazırladığı raporda Martin A. Weizz, Arap Birliği’nin İsrail’e yönelik boykotunun sadece söylem düzeyinde var olduğunu belirtmiş ve uygulamada boykotun İsrail’e neredeyse hiçbir etkisinin olmadığını vurgulamıştır. Hal böyle iken durumu daha da gülünç kılan nokta ise Arap Birliği’nin düzenli olarak İsrail’e uygulanan boykotun durumunu ve gidişatını görüşmek üzere toplanıyor olmasıdır. Özetle, uygulanmayan bir boykot kararının hangi aşamada olduğunun değerlendirildiği bir toplantının yapılıyor olması, Arap Birliği’nin absürt yapısının göstergelerinden birisidir.
Arap Birliği’nin sorun çözümünde ve ortak hareket etmede ne derece başarısız olduğu 2010 yılında başlayan Arap devrimleri sürecinde daha iyi biçimde gözlemlenmiştir. Birlik, Suriye ve Yemen’de devam eden iç savaşlarda barışçıl bir çözüm üretilmesinde etkisiz kalmıştır. Suriye’de Beşar Esed rejiminin yüzbinlerce sivilin ölümü ve milyonlarcasının da yerlerinden edilmesi sürecine seyirci kalan Arap Birliği, katliamların önlenmesine yönelik herhangi bir adım atamamıştır. Libya ve Yemen’de devam eden istikrarsızlıkların sonlandırılması konusunda da Arap Birliği’nin herhangi bir mekanizma geliştirmediği söylenebilir.
Bölge ülkeleri arasında işbirliğini artırmak amacını taşıyan Arap Birliği gelinen noktada bu hedeften uzaklaşmış görülmektedir. Bu durum bir başka göstergesi de geçtiğimiz yılın Haziran ayında başlayan Körfez krizi bağlamında yaşanan gelişmelerdir. Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri ve Bahreyn’in Katar’a yönelik başlattıkları siyasi ve ekonomik yaptırımlara Arap Birliği’nin en güçlü ülkesi olan Mısır da katılmıştır. Üyeleri arasında siyasi, ekonomik, kültürel ve sosyal işbirliğini artırma amacını taşıyan Arap Birliği, bu dört alanın tümünde de Katar’a yönelik başlatılan yaptırımlar karşısında sessiz kalmıştır. Birlik üyeleri arasındaki güvenin ciddi biçimde sarsılmasına neden olan bu süreçte Katar yönetimi, kendisine yönelik başlatılan geniş çaplı yaptırımlara karşı en büyük desteği birlik üyesi olmayan Türkiye’den almıştır. Bu açıdan değerlendirildiğinde, Arap Birliği üyeleri arasında işbirliğini artırmak yerine, farklılıkların derinleşmesinde rol oynadığı şeklinde bir değerlendirme yapılabilir.
Sonuç olarak günümüz siyasi konjonktüründe Arap Birliği’nin işlevsiz ve miadını doldurmuş bir örgüt olduğunu vurgulamak yerinde olacaktır. Küresel anlamda demokratikleşmenin yaygınlaştığı bir dönemde birçok üyesinin otoriter yönetimlerden oluştuğu bir birliğin meşruiyeti ciddi biçimde sorgulanmaktadır. Bunun yanında insan hakları ihlallerinde bulunan, ifade ve düşünce hürriyetine saygı duymayan, ekonomik kalkınma konusunda kötü performansa sahip ve gelir adaletsizliğinin giderilmesinde başarısız olan yönetimlerde oluşan bir birliğin üyelerine bu konularda düzenleme ve iyileştirme yapmaları konusunda teşvik edici bir mekanizmayı sunamaması da Arap Birliği’nin varlık nedeninin sorgulanmasına yol açmaktadır.
Bu durum 2016 yılında yaşanan bir gelişmeyle kendisini daha açık biçimde göstermiştir. Arap Birliği’nin 27’nci kez düzenlenecek yıllık zirvesine ev sahipliği yapması beklenen Fas’ın “birlik ülkeleri arasındaki görüş ayrılıkları” nedeniyle bu kararından vaz geçmesi bölge yönetimleri arasında şok etkisi yaratmıştır. Fas Dışişleri Bakanlığı tarafından konuyla ilgili yapılan açıklamada “Zirvenin daha önceki yıllarda alınan benzer kararların kabul edileceği ve Arap ülkeleri arasında olmayan birliğin var olduğuna dair yanlış bir algı oluşturulmasına hizmet edeceği” belirtilirken, “Arap liderlerinin aralarındaki görüş ayrılıklarıyla yüzleşmeleri gerektiği” vurgulanmıştır. Mart ayında yapılması planlanan zirve, Moritanya’nın ev sahipliği yapmayı kabul etmesinin ardından Temmuz ayında gerçekleştirilebilmiştir.
Bu gelişmeler ışığında değerlendirildiğinde Arap Birliği Genel Sekreteri Ahmed Ebul Geyt’in Türkiye’nin Afrin operasyonuna yönelik tepkisi birliğin tutumunu temsil etmekten öte, kişisel bir yaklaşım olarak görülmelidir. Mısır’da Hüsnü Mübarek döneminde 7 yıl dışişleri bakanlığı yapan Ebul Geyt’in bu yönüyle Mısır’daki “eski rejim” aktörlerinden birisi olduğu unutulmamalıdır. Sisi rejimi ile ittifak içerisinde olan Mısır’daki eski rejim aktörlerinin, Ankara’nın 2013’te Mısır’da yaşanan darbe karşısındaki katı tutumu nedeniyle her fırsatta Türkiye’yi eleştirme çabası içerisinde olması Ebul Geyt’in Afrin operasyonuna dair açıklamalarının arkasındaki temel motivasyon olarak belirtilmelidir. Öte yandan Arap Birliği’nin kuruluşundan günümüze yukarıda özetlenen politikaları göz önünde bulundurulduğunda Ebul Geyt’in Türkiye’ye yönelik eleştirisinin ne derece tutarsız olduğu da görülecektir.
[AA, 3 Mart 2018]