Bir meseleyi anlamak ve izah için iki yönteme başvururuz.
Ya somut verilere dayalı analiz yaparız, yahut da anlatı kurarız.
Her ikisinin de kıymetli olduğu durumlar söz konusudur. Tarihsel derinliği olan bir meseleyi anlamlandırmak için somut verilerden hareketle analizler yapmak yeterli olmaz. Anlatı kurmanız, bir anlamlandırma zemini inşa etmeniz gerekir. Ya da söyleyeceklerinizi inşa edilen bir çerçevenin üzerine oturtmanız gerekir.
Mesele, tekil bir hadisenin resmedilmesi, anlamlandırılması ise o takdirde öncelikle yapılması gereken, somut verilere dayalı analiz yapmaktır.
Özetle, analiz de anlatı da anlamlandırma sürecinin vazgeçilmez parçalarıdır.
Hal böyle olsa da, içinde okuyup yazdığımız, söz söyleme gayreti içinde olduğumuz medya kültürü içinde analizin giderek baskılandığını, anlatının kelimenin tam anlamıyla bir tahakküm kurduğunu söylememiz gerekiyor.
Geçmişten bu yana medya kültürümüz içinde yorum haberden, propaganda da yorumdan daha değerli görüldü. Bunun sorumlusu tek başına medya profesyonelleri de değil.
Siyasetten akademiye kadar farklı alanlardan medya kültürünü biçimlendiren bütün aktörler bu durumun ortaya çıkmasında pay sahibi.
Medyanın analiz değil, anlatı talep ettiği de doğru. Fakat siyasetçiler de, akademisyenler de bunu talep ediyor.
Her ne olursa olsun birçok meseleyi kendisi aracılığıyla anlamaya çalıştığımız medya, muhatap olduğumuz sıcak gelişmeleri anlamlandırmamızı kolaylaştırmıyor, aksine zorlaştırıyor.
* * *
Söylediklerimi geçen haftanın dış politika gündemi üzerinden somutlaştırmaya çalışayım.
Medyanın Türkiye’nin dış politika gündemine ilişkin attığı manşet, “Türkiye’nin Kobani politikası” oldu.
Birçok konu bu manşet etrafında tartışıldı.
Egemen anlatı şöyle kuruldu.
“ABD, PYD’ye havadan silah yardımı yaptı / Erdoğan, ‘ABD, bu silah yardımını Türkiye’ye rağmen yaptı’ diye mukabelede bulundu / Türkiye, Kuzey Iraklı peşmerge güçlerinin Kobaniye geçebilmesi için koridor açacağını duyurdu / Türkiye koridor meselesinde geri adım attı.”
* * *
Medyanın “Türkiye’nin Kobani politikası” başlığı altında okuduğu meselenin, “Türkiye-ABD ilişkileri” ve “Türkiye’nin Ortadoğu politikası” başlıkları altında değerlendirilmesi gerekiyor.
Süreçte yer alan bütün aktörlerin büyük çelişki ve gerilimlerle yüzleştiği ortamda sadece Türkiye’ye odaklı yorumlar yapılması dikkat çekici.
ABD başta olmak üzere Rusya, İran, İsrail ve Suudi Arabistan’ın çıkar-değer dengesinde çok ciddi açmazlar yaşadıklarını görüyoruz.
Bu noktada Türkiye, formüle ettiği çıkar-değer denklemini bölgedeki bütün büyük krizlere rağmen muhafaza etmeye devam ediyor.
ABD, İsrail’e verdiği koşulsuz desteğin ağır maliyetini Ortadoğu başta olmak üzere bütün dünyada gün geçtikçe daha fazla hissediyor. Ve İsrail’le ne yapacağını bilemiyor.
ABD’nin yürüttüğü terör karşıtı kampanya, kendi aleyhine işlemeye devam ediyor.
Ortadoğu’da ittifak kurduğu bütün güçler giderek daralan bir zeminde onunla iş tutuyor. İran, Afganistan ve Irak’ta ABD’yle birlikte hareket ediyorken Suriye, Lübnan ve Bahreyn’de ABD’yle savaşıyor. Suudi Arabistan, İran ve Suriye’de Amerika’yla beraber hareket ediyorken Irak’ta ABD’nin karşısında yer alıyor. Suriye ve Lübnan’da karşısına aldığı Esed rejimi ve Hizbullahla Irak’ta yan yana durmaya devam ediyor.
ABD’nin Ortadoğu politikasında karşımıza çıkan bu unsurların Türkiye medyasında birer “dış politika hamlesi” olarak görüldüğünü, “çıkar” perspektifiyle değerlendirilebildiğini görüyoruz.
Buna mukabil, Türkiye’nin hamleleri birer çelişki olarak yansıtılmakta. Oysa, Türkiye değer-çıkar dengesini koruyarak bir yandan açık kapı politikası uyguluyor, diğer yandan PKK’nın konumunu güçlendirmesine engel olmaya çalışıyor.
Bir yandan İran’la ve Rusya’yla enerji alanında işbirliği yapıyorken, diğer yandan Suriye politikasıyla onların karşısında yer alıyor.
Eğer somut analizle yol alıp, anlatı kurma arayışını biraz geri plana itmiş olsak medyada resmedilen tablo çok daha farklı olacak.
Elbette, bundan da önemli olanı, Türkiye’yi özgün politika üretme potansiyeline sahip bağımsız bir aktör olarak görebilmek...
[Akşam, 26 Ekim 2014]