Modernliği, onunla birlikte gelen teknolojiyi, bolluğu, konforu, tüketimi, enformasyonu, renkliliği seviyoruz. Ve bu modernlik, bünyesinde Batı kültürelliğinden çok ciddi izler barındırıyor. Batıcıların dayatmasına karşı olsak da, Cumhuriyetin katı Batılılaşma politikalarını eleştirsek de, gündelik hayatımızda Batı kültürel gerçekliğinin çok geniş bir yeri var. Kanaat ekonomisinden bahsetmek bize huzur da verse, tüketim kültürü içinde var olduğumuzu hiçbirimiz inkar edebilecek durumda değiliz. Hepimiz bu kültür içinde sosyalleşiyor, konvansiyonlarına uyuyoruz. Bir anlamda bütün dünyanın, birtakım küresel akış ve zorlamalarla geldiği nokta bu. Ve bu nokta, on yedinci yüzyılda görülmeye, on sekizinci yüzyılda anlatılmaya başlanan bir rüyanın neticesi. Buna aydınlanma rüyası diyebiliriz. Bu rüyanın oldukça tutarlı bir anlatısı var. Bir rüyada olmayacak denli tutarlı.
Bir anlatıdan bekleneceği üzere, karşımızda bir iyi bir de kötü karakter var. Kötü karakter maddiyatı, iyi karakterse maneviyatı fethediyor. Kötü karakter, Batı dışındaki zenginlikleri sistematik bir biçimde sömüren aktör tarafından temsil ediliyor. Bazen savaş gemisi, bazen ateşli silah, bazen düzenli ordu bazen sömürge valisi formunda çıkıyor sahneye. Coğrafi keşifler sonrasında bize armağan edilen dünya bu.
İyi karakter ise, elde edilen maddi birikimin maneviyatını oluşturan aktör tarafından temsil ediliyor. Zenginliğin ahlakını oluşturan aktör bu. Sermaye birikiminin bölüşümünü teminat altına alan, farklı beklentileri olan kesimleri bir araya getiren, toplumsal bir düzen önerisinde bulunan aktör... Modern Batı tarihi, sömürü tarihi olduğu kadar, sömürünün meşrulaştırılma tarihi de aynı zamanda. Kötü karakter, tarih-dışı, ilkel, yönetilmesi gereken, ikinci sınıf varlık olarak gördüklerini sömürüyorken, iyi karakter sömürüden elden edilen zenginlikten bütün insanlığın pay alması gerektiğini söyler. Bölüşümün biçimi, içeriği, süresine “iyi”ler karar verir elbette. Ama her zaman olduğu gibi gün sonunda yine “kötü”ler kazanır.
* * *
Batı dünyası, aydınlanma rüyasından uzun süre uyanamadı. Tarih-dışı, ikinci sınıf olduğu düşünülen toplumları sömürmek, Batılı modernliği bırakın krize sokmayı bizatihi inşa eden bir eylemdi. Ne zaman ki modernler birbirini boğazlamaya başladı, işte o zaman işler değişti. Yüz binlerce “medeni insan” birbirinin kanını akıttı. Dünya savaşları modern Bat’ının kurucu ütopyasını sarstı. Faşizmin, nasyonal-sosyalizmin yükselişi, sömürgelerdeki isyan hareketleri ve bunlara eşlik eden bilinç kaybı bir özgüven sorununu getirdi sahneye.
Amerikan rüyası tam da bu noktada yetişti imdada. Aydınlanma rüyasının tıkandığı noktada Batı bilincine umut oldu. Oswald Spengler’e Batı’nın Çöküşü kitabını yazdıran psikoloji yerini Daniel Bell’in İdeolojilerin Sonu kitabıyla böbürlenebilen bir iklime bıraktı. Batı’nın ütopyadan distopyaya doğru savruluşuna Amerika engel oldu. Bir can simidi rolü üstlendi. Bir kere daha modernliğin kurucu anlatısına sarıldı. Kötüler ve iyiler yine aynı sahnede rol üstlendi. Oyunsa aynıydı.
Ne var ki bir noktada Amerikan rüyası da bir kâbusa dönüşmeye başladı. 11 Eylül bu anlamda bir milat oldu. Amerika’nın Batı bilincine kazandırdığı özgüven, 11 Eylül’le birlikte bir kez daha sarsıntıya uğradı. Bugünün modern Batı muhayyilesi, kendisi hakkında konuşamayan, krizlerine ad koyamayan, anlatı üretemeyen durumda. Bununla yeni bir Batı’nın Çöküşü senaryosu yazıyor değilim. Tam da Ortadoğu’da Batıcılığın ve Amerikancılığın yükseldiği bir dönemde bu hatırlatmayı yapmanın önemine inandığım için vurguluyorum bunu. Batıcılar, askeri ve ekonomik zorlamalarla Batı dışı toplumlarda kendilerine daha fazla alan açıyorlar. Batılı anlatıdaki “iyiler”le ya da “kötüler”le özdeşleşmelerinin hiçbir önemi yok. Demokrat yahut otokrat olmaları, hatta totaliter olmaları bir fark yaratmıyor.
Rabia katliamına göz yuman, hatta iştirak eden, İsrail’in Gazze’deki katliamı için her türlü uluslararası güvenceyi sağlayan, Irak’ta ve Suriye başta olmak üzere bütün Ortadoğu’yu bir kan denizine çeviren rüyasını yitirmiş Batı’dır. Bunun somut tecellisini, stratejik aklını oynatmış ABD’de görmek mümkündür. El-Kaide’yi de, IŞİD’i de İslam dünyasının başına bela eden budur. “IŞİD’e karşı Amerika’yla kol kola mücadele” konsepti, tam da bu nedenle her şeyden önce bir mantık hatasıdır.
Batıcıların, “madem rehinelerimiz serbest, o zaman haydi Amerika’yla yeni ufuklara” sloganı atmalarına şaşırmıyorum. Onlara güvenmiyorum. Ve dahası Amerika’ya da güvenmiyorum. Bu güvensizliğimin arkasında bir kültürel hınç yok. Sadece biraz geç unutuyorum. Belki biraz da tarih biliyorum. O kadar.
[Akşam, 23 Eylül 2014]