Hem Erdoğan’ı sevmek hem de Fethullah Gülen’e sevgi beslemek dindar kitlenin bir kısmı için hoş bir durumdu. Şimdilerde işler değişti. Dindar seçmenin bir kısmı artık bir çelişki içinde olacak. Bu dindar kitle, şimdilerde Erdoğan mı, Fethullah Gülen mi sorusunun cevabını bulmaya çalışıyor. Bu kitle için bu sorunun cevabı kolay değil ve ruh hallerinde gerilim, düşünme biçimlerinde çelişki üretiyor. Acaba bu kitle hangi düşünsel, duygusal ve davranışsal cevaplara ulaşacak? Bu sorunun cevabı birden fazla etmenin dinamik bir şekilde etkileşmesi sürecinde ortaya çıkacak.
ÇEKİRDEK GRUPLARIN BAĞLILIĞI
İnsanların var olan düşüncelerinde çelişkiye düşme halini sevmediklerini sosyal psikoloji uzun süredir biliyor. Buna “bilişsel çelişki kuramı” deniyor. Bu kurama göre, bireyler inanç ve tutumlarında çelişkiden sakınmak için içsel bir dürtü ve arzuya sahiptirler. Var olan inançlarını düşüncelerini, aidiyetlerini etkileyecek bir çelişki oluştuğunda, insanların çoğu bu çelişkiyi azaltmak için harekete geçiyorlar. Kuramın sahibi psikolog Leon Festinger bu kuramı dünyanın sonunun geldiğine inanan bir dini tarikatı gözlemleyerek geliştirdi. Dini cemaatin kıyamet günü dediği zamanda kıyamet olmayınca, müritlerin bir kısmı bu işi aptalca bulup cemaatten ayrılırken, has müritler kıyametin vuku bulmamasını kendi inançlarının önlediğini söylemeye başladılar ve cemaati sürdürmeye devam ettiler. Psikolog Festinger has müritlerin bu yorumunu bilişsel çelişkiyi azaltma çabası olarak tanımladı.
Şimdiye kadar hem hükümete hem de cemaate olumlu bakanlar “bilişsel uyum” halindeyken, şimdilerde bu iki gücün çatışmalı halinden dolayı artık “bilişsel çelişki” halindeler. Kişiler bu çelişkiyi azaltmak için farklı stratejiler geliştirecektir. En yaygın strateji, kişilerin birincil aidiyet duydukları tarafa yönelip, diğer taraftan uzaklaşmaları olacaktır. Bunun anlamı, hem cemaatin çekirdek kadrolarının, hem de Ak Parti’ye güçlü bağlılıkları olanların kendi taraflarında kalacak olmalarıdır. Çekirdekten dış halkalara gidildikçe ise akışkanlık artacak, kişilerin taraf değiştirme olasılığı az da olsa mümkün olacaktır.
Hükümet cemaat arasındaki kamuoyuna açık şekilde yaşanan gerilim, olup biten bir şey olmayıp, süregiden bir durum olacaktır. Yani gerilim kesitsel değil, uzun vadeli olacak. Bu da çatışma sürecinde oluşan algıların sürekli olarak inşa edileceği anlamına gelir. Şu anda tarafların geliştirdiği “söylemler” ve inşa etmek istediği “algılar” var. Cemaatin inşa etmek istediği algılar şunlar: “Yolsuzluk var”,”hükümet yolsuzluklar içinde”, “ vicdanlı polis, kötü hırsızları yakaladı”, “sadece yolsuzluğa bakın, başka bir şey yok”, “biz güçlüyüz”, “elimizde başka kasetler ve dosyalar da var”, “Erdoğan’dan rahatsız ülkeler arkamızda”, “seçim sonuçlarını etkiler, hatta belirleriz.”
Hükümet tarafından algılananlar ise şöyle: “Yolsuzluk diye sunulan şey, aslında Erdoğan ve hükümete yönelik operasyon”, “mesele hırsız polis meselesinden ibaret değil”, “Bu operasyonu cemaat uluslararası güçlerle birlikte yapıyor”, “bize ihanet ettiniz”, “bize operasyon yapana, biz de aynı sertlikte cevap veririz”, “seçim sandığında da görüşeceğiz.”
Mücadele devam ettikçe söylem ve algılar sürekli üretilip revize edilerek yeniden piyasaya sürülecek. Hem hükümetin hem de cemaatin söylem ve algıları üretebilecek insan gücü ve araçları var. Algı oluşturma da en güçlü araçlar bizatihi liderlerin kendisi. Hem Erdoğan algısı hem de Fethullah Gülen algısı geniş kitleleri etkilemede en güçlü faktörler.
KAMPANYA SAVAŞLARI
Cemaatle hükümet arasında seyreden mücadelenin bir “kampanya savaşı” şeklinde seyrettiği dikkatinizi çekmiştir. Cemaat operasyona, tıpkı üzerinde iyi çalışılmış bir seçim kampanyası gibi başladı. Operasyon kamuoyunu etkilemeye yönelik kurgulandığı açık. Hükümet, Cemaat tarafından başlatılan “negatif kampanyaya” aynı şekilde cevap vermek zorundaydı. Negatif kampanya ile oluşturulan algılara, karşı kampanya oluşturmadan sessiz kalındığında, sessiz kalanın silinip gideceği siyaset psikolojisi literatüründe uzun süredir bilinen bir gerçek. Başbakan bu ilkeyi iyi bilen ve kampanya oluşturma becerisine sahip biri. Başbakan Erdoğan aslında hem karşı kampanyayı hem de yerel seçim kampanyasını şimdiden başlatmış oldu.
MÜCADELENİN SEÇİME ETKİSİ
Cevabı en fazla merak edilen soru şu: Bu mücadele, önümüzdeki seçimleri nasıl etkiler? Bu sorunun cevabı ancak Türkiye’de ki seçmen davranışının analizi ile mümkün. Türkiye’de seçmenlerin yaklaşık yüzde 70’i ideolojik eksenli oy veriyor. Bu ideolojik oyun dağılımı şöyle: Dindar ve muhafazakar kitlenin yüzde 25 oyu var. CHP’nin kemik oyu yüzde 23-25 aralığında. Birincil kimliği Türklük olan yüzde 12-14 aralığındaki oylar MHP’ye gidiyor. BDP oy oranı ise yüzde 7 civarında. Kalan yüzde 25-30’luk kesim ise açık ve tanımlanmış bir ideolojik mensubiyet üzerinden verilmiyor. Benim kanaatime göre bu yüzde 25’lik kitlenin üç özelliği var. Birincisi, bu toprakların dini ve tarihi değerlerine saygı duyulsun istiyorlar. İkincisi, ekonominin yolunda gitmesini istiyorlar. Üçüncüsü de ulaşım, sağlık, eğitim vb alanlarda hizmetlerin ucuz, kaliteli ve kolay erişilir olmasını istiyorlar. Bu kitlenin neredeyse hemen hepsi, oylarını Ak Parti’ye veriyor.
Cemaatin kendi mensupları üzerinden ideal şartlarda kontrol edebilecekleri oy yüzde 2-3 oranında olduğu yaygın bir kanı. Şu şartlarda mensuplarının ne kadarını kendi istediği yönde oy kullanmaya yöneltebileceği de tartışmalı. Dolayısıyla Cemaat kendi mensupları ile seçime belirleyici bir etki yapması olası değil. Benim kanaatim Cemaatin elitleri de bu durumu biliyor. Cemaat ancak yukarıda bahsettiğim %25’lik kitleyi etkileyerek seçimlere müdahale edebileceğini biliyor. Önlerindeki seçenek şu: Başlattıkları operasyonları dalga halinde devam ettirerek, kalıcı bir ekonomik ve siyasal krize yol açmak. Ekonomik ve siyasi istikrarsızlık sürecinde bu yüzde 25’lik kitlenin Ak Parti’den uzaklaşmasını bekliyorlar. Özetle kanaatim şu: Cemaat Türkiye’de kalıcı bir ekonomik kriz çıkarmadan cemaat mensupları oyları ile seçimlere ancak sınırlı bir etkide bulunabilir.
KİM KAZANIR KİM KAYBEDER?
Geniş halk kitleleri bu çatışmaya normatif yani “kim haklı, kim haksız” gözüyle bakma eğiliminde. Siyaset bilimini bilenler veya siyaset tecrübesi olanların esas sorusu şu: Kimin elinde ne var?
Cemaat operasyonla, mücadeleye kamuoyuna açık ve “kazan veya kaybet” tarzında girdi. Oyuna bu tarzda girmek oldukça riskli. Sadece yolsuzluk veya seks kasetleri düzlemindeki araçlarla bu oyunu kazanmaları zor. Arkalarında Amerikalı gruplar ve İsrail’in varlığı da bir güç anlamına geliyor. Fakat bu güçlerin uzun süredir Erdoğan’ı devirmek istediği biliniyor. Şimdiye kadar başarılı olamadılar. Üstelik “uluslararası güçleri arkalarına alma imajı” güç olduğu kadar, güçsüzlük de demek. Cemaatin yerli olmadığı, güç elde etmek için, ulusal çıkarlarımıza aykırı olacak şekilde, yabancılarla işbirliği yaptığı algısı yıpratıcı. Cemaatin ve Erdoğan karşıtı uluslararası güçlerin işbirliği algısı, Cemaatin meşrutiyetini kemiren bir algıya dönüşüyor.
Hükümetin, özellikle de Erdoğan’ın elinde ne var sorusu da cevaplanmalı. Cemaat mücadele sürecinde kendi elitlerini daha hızlı harekete geçirdi. Hükümete yakın elitler, bu kavgayı istemiyordu. Bu sebeple gecikmeli olarak mücadeleye girdiler. Cemaatin açık bir operasyon yaptığı ve operasyonun amacının Erdoğansız bir Türkiye olduğunu anladıkları anda, onlarda kavgaya açık bir şekilde girdiler. Bu sözlerimle sadece gazete ve televizyonlarda konuşanları kastetmiyorum. Gündelik hayatta Erdoğan ve hükümet adına mücadeleye girenleri kastediyorum. Üstelik bu kişiler sadece Ak Parti kadroları değil. Kazlıçeşme mitinginde olan şeyler yeniden yaşanmaya başladı. Hükümetin elinde polisiye şeyler olup olmadığını bilmiyorum. Kanaatimce en etkili mücadele aracı “Erdoğan’ı yedirmeyiz hareketinin” yeniden başlamış olması. Erdoğan’ın hem Türkiye hem de İslam dünyası için vazgeçilmez bir lider olduğu algısı, hem önemli orandaki bir elitte, hem de geniş halk kitlelerinde halen oldukça güçlü.
[Star Açık Görüş, 28 Aralık 2013]