Yerel seçim bağlamını aşıp genel seçim hatta Cumhurbaşkanlığı seçimlerinin ilk turuna dönüşen 30 Mart seçimlerini nihayet geride bıraktık. 1930 yerel ve 1957 genel seçimleri dâhil, Türkiye tarihinde hiçbir seçim bu kadar gerilimli ve sert geçmemişti. Aslında 30 Mart’ın yerel seçim bağlamından çıkacağı epey önceden açıklığa kavuşmuştu. Peş peşe gerçekleşecek üç seçimle Erdoğan’ın, AK Parti’nin ve Türkiye’nin kısa ve orta vade yol haritasının belirlenecek olması, 30 Mart yerel seçimlerine olağan dışı bir anlamın atfedilmesine yol açtı.
Nihayetinde birçok gerekçeyle yerel bağlamını aşarak gerçekleşen 30 Mart seçimlerinde AK Parti yüzde 45,5; CHP yüzde 27,8; MHP yüzde 15,3; BDP/HDP yüzde 6,1 oy aldı. Siyasal bir okuma yapıldığında, AK Parti ve BDP’nin seçimlerden kazançlı, CHP ve MHP’nin zararlı çıktığı söylenebilir. Öte taraftan sayısal bir okuma yapıldığında her dört partinin de kazançlı çıktığı, küçük partilerin kaybettiği söylenebilir.
KEMALİST REVİZYON
Türkiye 30 Mart seçimlerine, iktidar partisi için dezavantaj, muhalefet partileri için avantaj teşkil edecek pek çok gelişme ile girdi. Ancak buna rağmen, seçimler iktidarın zayıfladığını göstermediği gibi, muhalefetin kazandığına da işaret etmedi. 12 Haziran 2011 seçimlerinden bu yana AK Parti açısından dezavantaj, muhalefet açısından avantaj oluşturabilecek birçok gelişmenin yaşandığı bir ortamda gerçekleşen seçimlerde, AK Parti neden kaybetmedi, muhalefet niye kazanmadı? Daha doğrusu, neden bu olayların, ittifakların, saldırıların, gerilimin hiç biri yaşanmamış gibi iktidar ve muhalefetin toplumsal desteği radikal bir değişime uğramadı?
Genelde bu sorulara, siyasal kutuplaşma ve seçmenin demokrasiye sahip çıkması şeklinde cevaplar verildi. Bu iki cevap da doğru olmakla beraber seçmenin bu durumunun sebep değil, siyasetin yapısal dinamiklerinden ve siyasi partilerin bu yapısal dinamikleri tahkim etme eğiliminden kaynaklanan bir sonuç olduğunu söylemek mümkün. Bu çerçevede, hem bu sorulara cevap bulmak hem de 30 Mart seçimlerine yansıyan seçmen mesajını doğru anlamak için Türkiye siyaset denkleminin konjonktürü aşan yapısal dinamiklerine daha yakından bakmakta yarar var.
SİYASET-SEÇMEN GETTOLAŞMASI
Türkiye siyasetinin konjonktürel değişimlere dayanıklı yapısal dinamiklerinin başında, toplumun Kemalist ulus inşa projesine ilişkin taraftarlık ve karşıtlık tutumları gelmektedir. 2007’den beri küçük değişiklikler haricinde siyasal haritanın donuklaşmış-sabitlenmiş olması ve muhalefetteki üç partinin bölgesel parti vasfını aşamamaları, Türkiye siyasetinin bu yapısal dinamiğinden kaynaklanmaktadır. Cumhuriyetin kuruluşunda Kemalist kadronun laiklik ve milliyetçilik ekseninde hayata geçirdiği ulus inşa ajandası siyasal haritanın da denklemini belirledi. Toplumun bu ajandaya yönelik taraftarlık ve karşıtlık tutumu, din ve etnik yapıya dayalı dört eğilimin siyasal temsiline yol açtı. Toplumsal yaygınlığı ve siyasal denklemi belirleme önceliği dolayısıyla laiklik ilkesine yönelik tutumlar siyasal eğilimlerin yatay eksenini oluştururken, tersi gerekçelerle milliyetçilik ilkesine yönelik tutumlarsa dikey ekseni oluşturdular.
Çok partili siyasal yaşam süresince zaman zaman çeşitlenip zaman zaman sadeleşse de bu dört eğilim, her zaman siyasal denklemin ana dinamikleri olarak işlediler. 2000’ler, çok partili hayat boyunca birçok mecrada farklı ağırlıklarla yer bulan bu dört eğilimin, nihayet, dört siyasi parti üzerinden siyasal temsil bulmasına kaynaklık etti.
Siyasal tutumlarında laiklik politikasına veya dini değerlere yaklaşımları belirleyici olan toplumsal kesimler AK Parti ve CHP’ye yönelirken, milliyetçilik politikasına yönelik tutumlarına veya etnik aidiyetlerine öncelik veren toplumsal kesimler ise MHP ve BDP’ye yönelmektedirler. Bu dört eğilimin toplumsal karşılıkları ve siyasi partilerin bu eğilimleri kucaklama performansları mevcut siyasal haritanın ana çerçevesini belirlemektedir.
2007’den beri, bu denkleme dayanan siyasal harita değişmemektedir. 2007 ve 2011 genel seçimleriyle, 2009 ve 2014 yerel seçimlerinde partilerin birinci oldukları yerlerin renklendirildiği harita göz önüne getirildiğinde ufak bir-iki istisna haricinde, değişimin yaşanmadığı görülecektir. Laiklik ve milliyetçilik politikalarına yönelik tutumlar üzerinden siyasete dahil olan bu dört eğilimin toplumdaki karşılığı devam ettiği sürece bu siyasal harita radikal bir değişime uğramayacaktır. Başka bir deyişle, Türkiye laiklik ve milliyetçiliğe dayalı ulus inşa projesinden vazgeçip, toplumun dini ve etnik aidiyetlerini siyasal tartışma zemininden çıkarmadığı sürece, her seçim sonrasında bu haritayı görmemiz mukadderdir. Bu da, bir süre daha, muhalefetin muhalefet, iktidarın iktidar konumunu muhafaza etmesi anlamına gelmektedir. Bu durum muhalefetin iktidar umudunu tökezlettiği ölçüde siyasal gerilime ve kutuplaşmaya davetiye çıkarmaktadır.
Oysa bu siyasal haritanın değişmesi mümkündür. Ancak varsayıldığı gibi anahtar AK Parti veya BDP’de değil, CHP ve MHP’dedir. CHP ve MHP’nin siyasal tutumu, laiklik ve milliyetçiliğin seçmen eğilimlerinin temel dinamiği olmaya devam etmesine yol açmaktadır. Laiklik ve milliyetçiliğe dayalı ulus inşa projesinin son on yılda gerçekleştirilen demokratik reformlarla restore edilme sürecine girmesine karşın toplumda diriliğini muhafaza ediyor olmasının en önemli sebebi, CHP ve MHP’nin bu ilkelere tutunmaları, seçmenlerini şeriat veya bölücülük korkusuyla mobilize etmeye devam etmeleridir. CHP ve MHP, AK Parti’nin öncülük ettiği demokratik reformlarla yaşanan rahatlamayı, ürettiği siyasal söylem ve pozisyonlarla geri aldığı ölçüde etnik ve dini eğilimler siyasal belirleyiciliklerini muhafaza etmektedirler.
SİYASAL GERİLİMİN KÖKENLERİ
Türkiye’de son yıllarda, gün geçtikçe tansiyonu artan siyasal gerilimin esas nedeni, liderlerin söylemlerinden öte, bu yapısal denklemdir. Muhalefet, eski ulus inşa ajandasından vazgeçmediği, etnik ve dini aidiyetlerin siyasal belirleyiciliklerini kaybedecekleri yeni bir toplumsal sözleşmeye yanaşmadığı ölçüde oyunu arttıramamaktadır. Seçimlerde başarı gösterip iktidar alternatifi olamadığı için de siyasal gerilim yükselmektedir. CHP seçmeni, seçimlerin partilerini iktidar alternatifi haline getirmediğini gördükçe sandığa güvensizlik beslemekte, demokrasi dışı yollardan medet ummaktadır. Dolayısıyla, siyasal kutuplaşma ve gerilimin panzehiri, varsayıldığı gibi, Başbakan’ın balkon konuşması değil, muhalefetin Kızılcahamam veya Abant’ta bu siyasal çıkmazdan kurtulmaya yönelik çalıştaylar düzenlemesi ve yeni Türkiye’nin yeni bir toplumsal sözleşme üzerinde inşa edilmesine katkı vermeleridir.
Dolayısıyla, AK Parti’nin bagajındaki onca dezavantaja rağmen Ak Parti’nin kaybetmemesinin, muhalefetinse kucakladığı onca avantaja rağmen kazanmamasının, dolayısıyla da, seçim öncesi yaşanan onca gelişmenin seçim sonucuna beklendiği ölçüde yansımamasının en önemli yapısal nedeni, dini ve etnik aidiyetlerin siyasal belirleyiciliklerini sürdürmeleri, siyasi partilerinse Kemalist ulus inşa projesinin belkemiği olan laiklik ve milliyetçilik politikaları üzerinden cari pozisyonlarını revize etmemeleridir.
MEŞRUİYET VE YASALLIK
Laiklik ve milliyetçilik üzerinden belirlenen siyasal tutumlar, seçmen davranışının en önemli dinamiği olsa da yegâne dinamiği değildir. Kaba bir hesapla, seçmenin yüzde 70-75’inin bu dinamikten kaynaklanan siyasal-ideolojik gerekçelerle parti tercihinde bulunduğu söylenebilir. Ancak, yine de geride siyasi partilerin kendi aralarında büyüklükleri ölçüsünde paylaştıkları yüzde %25-30’luk bir dilim bulunmaktadır. Bu dilim, siyasi partilerin konjonktürel performanslarıyla adres değiştirebilmektedir. Yazının başında sorduğumuz soruları burada yenileyebiliriz. Muhalefet partileri, iktidar partisinin yaşadığı onca dezavantaja rağmen neden bu çeyrek dilimlik seçmeni kendi saflarına katamadı?
İlk neden, muhalefetin yerel seçimleri genel seçim havasına ve Erdoğan’a yönelik bir güven oylamasına dönüştürmesi olabilir. Muhalefet, seçmenin parti sadakatinin en önemli dinamiğini teşkil eden siyasal-ideolojik pozisyonların görece zayıfladığı yerel seçimleri AK Parti seçmenini yanına çekmek için kullanmak yerine, seçimleri yerel seçim bağlamından koparmakla ciddi bir hata yaptı. Seçimlerin yerel niteliğini aşması, siyasi-ideolojik pozisyonların ve bununla ilişkili olarak seçmen sadakatinin güçlenmesine yol açtığı ölçüde, muhalefetin yeni seçmen desteği kazanma marjı daraldı.
İkinci ve daha önemli neden, muhalefetin özellikle de CHP’nin muhalefet etme tarzıyla ilişkilidir. CHP’nin tarihsel yükünden de beslenen en önemli zaafı, siyasetin meşruiyet ve yasallık zeminini gözetmeyen bir muhalefet tarzına sahip olmasıdır. Meşruiyet ve yasallık zemininin dikkate alınmaması, CHP’nin toplumsal hafızada canlı duran devletçi-vesayetçi geçmişinin seçmende yeniden dirilmesine yol açmakta ve CHP’nin yeni toplumsal kesimlerle buluşmasına engel olmaktadır. CHP’nin meşruiyet ve yasallık zeminine yaslanmayan muhalefet biçiminin hem CHP’ye hem de Türkiye siyaset zeminine verdiği zararı Gezi eylemleri ve 17 Aralık operasyonları üzerinden test etmek mümkündür. Gezi eylemleri Cumhuriyet tarihinin sokağa çıkan en büyük toplumsal muhalefeti, 17 Aralık operasyonu da bir hükümetin karşılaştığı en ciddi saldırı olarak nitelenebilir. Her iki gelişmenin de neden AK Parti’yi beklendiği ölçüde zayıflatmadığı veya muhalefeti beklendiği ölçüde güçlendirmediği üzerinde düşünmekte yarar var. Muhalefet neden bu fırsatı değerlendiremedi? Bunun cevabı, muhalefetin siyaset yapma tarzında, daha doğrusu muhalefetin siyasal faaliyetlerin meşruiyetine ve belirleyiciliğine tutunmamasında yatmaktadır. CHP, siyasete öncelik veren bir anlayışla, hükümete yönelik bu muhalefeti hükümeti zayıflatmak ve sandıkta geriletmek üzere kullanmak yerine, sandığa kalmadan sokakla veya kasetle devirme ihtimaline yatırım yaptı. Eleştiri, muhalefet veya siyasal mücadelenin meşruiyet ve yasallık zeminini kaybetmesi, seçmende seçilmiş iktidarın siyaset-dışı enstrümanlarla devrilmek istendiği duygusuna yol açtığı ölçüde, AK Parti’ye yönelik eleştiriler, daha önemli bir ilke uğruna, ertelendi ve AK Parti etrafında bir kenetlenmeye yol açtı. CHP ve çeperindeki siyasal-toplumsal kesimler, Gezi ve 17 Aralık’ta, muhalefet ile devirme, siyaset ile darbe arasındaki farkı gözeten bir stratejiyle meşruiyet ve yasallıktan taviz vermeyen bir politikayı hayata geçirebilseydi, hem iktidar partisi oy kaybedebilir hem de CHP seçmen desteğini arttırabilirdi. CHP ve destekçileri, siyasete yatırım yapmak yerine kısa yoldan iktidardan kurtulmayı hedefleyen politikaları dolayısıyla, demokrasiye ve şeffaflığa katkı sunmak yerine siyasal kutuplaşmanın artmasına vesile oldular.
AVANTAJ DEZAVANTAJA DÖNDÜ
Dolayısıyla, muhalefet partilerinin 30 Mart öncesi avantajlarını kullanmamalarının ve sadakat oranı düşük yüzde 25-30’luk bir kitleyi kendi saflarına çekemeyişlerinin bir diğer önemli gerekçesinin, meşruiyet ve yasallık zeminine-kriterine riayet etmemeleri, siyaset dışı enstrümanlardan medet uman bir algıya yol açmaları olduğu söylenebilir. Bu çerçevede, zaten seçmenin yaklaşık yüzde 70-75’inin dinsel ve etnik aidiyetler üzerinden sabitlendiği bir ortamda en azından seçmenin yüzde 25-30’u oranında bir hareketliliğin siyasete nefes verebilmesi, öncelikle muhalefetin meşruiyet ve yasallık zemininde kalmasına bağlıdır.
Sonuç olarak, konjonktürel gelişmelerin seçimlere yansımaması, muhalefetin seçim öncesi avantajlarını realize edememesi ve seçmen gettolaşmasına dayalı muazzam bir siyasal kutuplaşmanın siyaseti esir almasının Türkiye siyasetinin yapısal dinamiklerinden kaynaklandığını görmekte yarar var. Bu durumun değişmesi de, iktidarda olan AK Parti’nin söylem ve politikalarından öte muhalefetin siyasal söylem ve tutumlarına bağlıdır. Muhalefet ulus-inşa projesine tutunmayı bırakarak etnik ve dini aidiyetlerin siyasal belirleyiciliklerini kaybetmelerine yardımcı oldukça ve AK Parti’ye karşı yürüttüğü siyasal mücadelenin meşruiyet ve yasallık zemininde kalmasına riayet ettikçe siyasal kutuplaşma da, muhalefetin bölgesel karakteri de zayıflayacaktır. Aksi takdirde, AK Parti’nin tek başına iktidar olduğu, muhalefet partilerininse bölgesel gettolara mahkûm olduğu mevcut siyasal harita bir süre daha varlığını muhafaza edecektir.
[Star Açık Görüş, 06 Nisan 2014]